1990’ların sonundan bu yana “fenomen” olmuş diziler üzerinden Türkiye’nin kültürel politik iklimine bir bakış…
Bir başkaldırı olarak partilemenin göz ardı edilemez önemi.
tante rosa’nın içinde bir türlü susturmayı başaramadığı bir prenses ve doludizgin koşmak isteyen atlar var; dünyaya açılan bir beden ve cinsellik. kuşak kuşak rosa.
Bu sefer Zorabad’ın mutlak hakiminden, kudretini gölgelerden devşiren, dönüşümlerin atası ve en dönüşken Başkoca’dan söz edelim.
Audre Lorde’un dediği gibi “Kendime bakmam rahatıma düşkünlük değil, kendimi korumaktır ve bu bir politik mücadele eylemidir.”
Canım, o kadar da acımasız olma kendine. Çok mu değişmişim ki, hiç de bile! Bakayım… Gerçekten bir bakayım ne kadar değişmişim. Ne kadar değişmiş olabilirim yani!
Gittikçe büyüyen içerik deryası, hızla değişen gündem, gösterişli unvanlarının rekabetçi dünyası ve her şeyin “en iyisine” yönelik örnekler, birçoğumuza olduğu gibi beni de hâlâ yeterince iyi olmadığım ya da bir şeyler kaçırdığım hissiyle baş başa bırakıyor.
Sizlere hünerli Ovidius’un görmediği, ömrünün vefa edip de yetişemediği kıymetli ve yalnız bir ülkeden söz etmek isterim. Ustaya özenip hikayenin ipliğini efsanelerden günümüze doğru çekelim. İşte Zorabad’ın vasıfları.
Popüler kültürün son zamanlarda en sevdiği hikayeler, başına gelen bir felaket sonrası hızlı bir şekilde toparlanıp hayata devam ederek kaderini yenen ezilmişlerin hikayeleri.
Tek bildiğim, her toplumda kuralların ille de “yarışmak” üzerinden belirlenmediğini faktüel olarak bilmemiz. Zaten konu bu değil. Konu belirli zamanlarda popüler olanın neden popüler olduğu, bu durumun bize ne anlattığı ve bizim bununla ne yaptığımız.