Roxane Gay bedeni yazıyor: Duvarları utanç, suçluluk ve ıstıraptan örülmüş bir kafes.

MEYDAN

Açlık: Bir Bedenin Hikayesi

Daracık bir kabinde, çiğ ışığın altında, çıplak halde dururuz. Ayna o kadar yakın, aydınlatma o kadar insafsızdır ki kusurlar büyür, çoğalır; daha önce gözümüze ilişmemiş yenileri eklenir. Kilo mu aldım, diye tasalanırız. Bu neyin nesi? Yeni selülit mi? Gerçekten böyle mi görünüyorum? Bu kadar mat, yumuşak, geniş? Oysa bedenimin, zihnimdeki görüntüsü hiç de bu değil…

 

Victoria’s Secret modeli vs. değilseniz eğer, mayo alışverişi çoğu zaman bir özgüven terapisi sunmaz. Hatta o modeller için bile –kim bilir, belki de en çok onlar için- durumun kendine has dertleri bulunur.
Bedeniyle kavgaya tutuşmamış kadın var mı?

 

Çoğu kadın için bedeni, dertli bir mesele. Hep yetersiz, hep yanlış ve defolu. Düzeltilmesi, azaltılması, tamir edilmesi gereken sorunlu bir mesele.

 

Birkaç sene önce, bir mayo ve iç çamaşırı mağazasında alışverişteydim. İlkyazın, ilk cumartesilerinden biriydi. Mağazanın kalabalığı, kadın kadınalığın bildik sesleri, kokuları, sıcaklığıyla dolu. Askılarda, altları ve üstleriyle çeşit çeşit bikiniler. Elma şekeri, limon kabuğu, boncuk mavisi. İpli, balenli, bantlı, üçgen, tanga, leopar deseni… Zevkime göre üç-beş çift toplayıp soyunma kabinlerine yollandım; hemcinslerimle birlikte sıraya girdim. Sıra bana gelip de koridorun sonundaki kabinlerden biri boşalınca yürümeye koyuldum ama biri omzuma çarpıp koşar adım önüme geçti. Kırk-elli yaşlarında bir adam. Eli kolu mayo dolu. Kadınlara ait bir mekâna sızmış olması yetmezmiş gibi, tüm aykırılığının üstüne bir de aceleci ve asabi. Tam dönüp ters ters bakmaya hazırlanıyordum ki kabinlerden birinin perdesi aralandı. Kan ter içinde bir kadın uzanıp adamın taşıdığı mayoları aldı elinden. Surat mahkeme duvarı. İşte o kısacık anda onu gördüm. Kabinde, mutsuz kadının arkasında duran kız çocuğunu. Üzerinde şeftali rengi bikini. Tombul, çok tombul. İnsanı üzecek kadar tombul… Belli ki çok ağlamış; gözleri kan çanağı.
O küçük kızı hiç unutmadım.

 

Açlığın Ağrısı

 

“Şişman kızlarla, zayıf anneler arasındaki ilişki fazladan sorunludur” diyor Roxane Gay. ”Özellikle de birlikte alışveriş yaparken. Denediğin her kıyafet küçük gelir. Üstüne uyacak bir şey, herhangi bir şey bulmak için utanç içinde uğraşır durursun. Şişman bedenin; iradesizliğin, sorumsuzluğun, yenilginin ispatı olarak en çok o anlarda afişe olur. Bir mağazada o kız olmak, dünyanın en yalnız kızı olmaktır.”

 

Geçtiğimiz aylarda 5Harfliler sayfalarına konuk olan ve manifestosu ile epey ses getiren Roxane Gay, son yılların en dikkat çekici yazarlarından ve kültür eleştirmenlerinden biri. Türkçede Kafes adıyla yayımlanan An Untamed State adında harika bir romanı var. Yıllar önce okudum; hâlâ hatırladığımda boğazım düğümlenir. Cinsiyet meseleleri üzerine denemelerini topladığı kitabı Bad Feminist, sosyolojik analizlere değer bulunan bir referans kitabı olup çıktı bile. 2017’de yayımlanan Hunger (Açlık) ise Gay’in kendi bedeni hakkında. Şişman, çok şişman, obez bir kadının bedeni ile yaşama uğraşının hikâyesi.

 

 

“Bazen gecenin ortasında, keskin bir acıyla uyanırım” diye anlatıyor Roxane Gay. Uyku sırasında, yatağın içinde bilinçsizce döndüğünde, kolunun veya bacağının bir yeri aniden öyle şiddetle ağrıyor ki tokat yemiş gibi, dehşet içinde yerinden fırlıyor. Uykunun sisi dağılınca, ağrının sebebi, hatırlatıyor kendini. O gün sinemaya gitmişti. Vücuduna fazla dar gelen bir koltukta, mengeneye alınmış gibi acı içinde oturmuştu. Ya da arkadaşlarıyla yemek yediği restoranda, bacaklarını sığdırmaya çalıştığı masa aklına geliyor. Yemek boyunca, yüzüne zoraki bir tebessüm yapıştırmış, hapsolduğu ıstıraplı rahatsızlığı saklamaya uğraşmıştı. Oysa herkes için ne güzel bir akşamdı…

 

Hayatın en sade mutlulukları bile, şişmanlığın ağırlığı altında ezilmeye mahkûm.

 

Havaalanlarında, insanların ona vebalıymış gibi baktığını görüyor. Kimin yanına düşeceği belli olmayan kötü talih o. “Umarım benim yanıma oturmaz”dan “Böylelerini uçaklara almasınlar”a kadar giden bir antipati, hatta nefret objesi. Uçaklardaki koltuk kemerleri vücudunu sarmaya yetmediğinden nicedir kendi kemeriyle seyahat etmek zorunda. Epey zamandır iki koltuk birden satın alıyor ama bu bile onu utançtan korumak için yeterli değil. Çoğu zaman şaşkın bir hostesin lüzumsuz sorularını cevaplamaya mecbur çünkü: “Diğer yolcu nerede? Neden iki biletiniz var?” Etraftaki herkes susup merakla vereceği cevabı bekliyor. Çünkü başkalarının mahcubiyeti, her zaman kendine seyirci bulur.

 

Kendine “Beyefendi” diye seslenilmesine alışkın zira hem cüssesi hem cinsiyetsiz giysileri yüzünden sıklıkla erkek zannediliyor. Neredeyse her gün aynı giysiler var üzerinde: Siyah kot pantolon ve siyah tişört. Oysa elinde olsa, her gün renkli, desenli, cıvıl cıvıl kılıklara bürünecek. Bazen cesaret gösterip farklı bir şeyler denediğinde, daha kapıdan çıkmadan pişmanlıkla doluyor içi. Kendini güzel şeylere layık görmüyor.

 

“Bedenim bir ağrı yumağı” diyor Roxane Gay. “Bedensel mutluluğun ne olduğunu bilmiyorum. Mütemadiyen rahatsızım. Mütemadiyen ağrılar içindeyim.” Yürürken sıklıkla nefesi kesildiğinden biriyle yan yana yürümekten çekiniyor. Hem yürüyüp hem sohbet etmek çok zor. Yalnız olduğunda bile huzurlu değil. Arkasından birinin geldiğini fark ederse, yolu tıkayıp engel yaratmaktan korkuyor.

 

“Vücudumun gerçekliğini unutmama izin yok” diyor. Oysa bir an için unutabilse… O unutmayı denese, dünya hatırlatıyor; “Çünkü şişmansan, bedenin bir teşhir nesnesidir.” Kaba saba fısıltılar, alaycı bakışlar, kötü kahkahalar… Bazen peçelenmiş, bazen aleni bir nefretle, dünyada kapladığı yer için suçlanıyor. Hiç tanımadığı bir adam, arabasından başını uzatıp “Pis şişko!” diye bağırabiliyor mesela. İyi niyetle davrandığını zannedenler bile, onun bedeni üzerine fikir beyan etme hakkına sahip görüyorlar kendilerini. Hiç tanımadığı bir kadın, uzanıp Roxane’in market sepetindeki çikolata paketini alıyor: “Bunu yememelisin tatlım!”

 

Yeni tanıştığı insanlar, sohbetin ikinci dakikasında egzersiz yapmasını, yağsız beslenmesini, şekerden uzak durmasını vs. öğütlüyorlar. Sanki bunları bilmeme ihtimali varmış gibi. Karşılarında obez bir kadın var. Kendini bu hale getirdiğine göre yalnızca obez değil, aynı ölçüde aptal da olmalı! Görüntüsüyle, insanların hassasiyetlerini rencide eden biri o. Bu yüzden insanlardan korkuyor.

 

“Bedenin büyüyüp genişledikçe, dünyan küçülür.”

 

Obezite bir salgın. O kadar çok yazılıp çizilen bir konu ki sağlık konusunda iki satır okuyan herkes bu bilgiye aşina. “İyi de bunca obez insan varken, hayat neden onları da düşünerek düzenlenmiyor?” diye soruyor Roxane Gay. Hastanelerde bile basküller belli bir ağırlığın üzerini tartmaya müsait değil. Tansiyon aletleri kolunu sarmaya yetmiyor. Hastane giysileri fazla küçük. Muayene yatakları, çoğu zaman fazla yüksek, fazla dar. 1.85 boyunda, obez bir kadınsanız eğer, hizmet almaya gittiğiniz sağlık kurumları bile size düşman.

 

Yirmili yaşlardayken iki yüz kilonun çok üzerine çıktığını okuduğumda, benim zihnim de düşmanca düşüncelerle doluyor: “Niye yedin bu kadar? Yeme, lütfen artık yeme!” Roxane Gay’in obez bedeni, içimde zehirli hisler uyandırıyor. Hem acıma hem öfke duyuyorum. Kitabı okumaya devam ettikçe buna cüret etmiş olmak beni utandıracak. İnsanları önce bedenleriyle görüp tanıyoruz. Her bedenin bir hikâyesi olduğu gerçeği ise çoğu zaman aklımıza gelmiyor. Oysa bizim hikâyemiz, bir yanıyla bedenimizin hikâyesi.

 

Geçmişin Ağır Külfeti

 

Haitili göçmen bir anne-babanın kızı Roxane Gay. Babası; metro hatlarına, otobanlara, tünellere imza atmış başarılı bir mühendis. Hali vakti yerinde, mutlu bir ailede büyüyor. Babasının işi nedeniyle sıkça taşınıyorlar. Çocukluğu boyunca ABD’nin farklı şehirlerinde yaşıyor. Bunlardan bir tanesi, Nebraska’nın Omaha’sı.

 

Omaha’daki okulda, kendinden birkaç yaş büyük bir çocukla, daha önce yaşamadığı türde, romantik bir arkadaşlık kurar. Yakışıklı, popüler bir çocuktur bu. Baş başa vakit geçirmeye başlarlar. On iki yaşındaki Roxane, hayatında ilk kez âşık olmuştur. Bir gün, okul çıkışında bisikletlerine atlayıp okulun çok da uzağında olmayan ormanlık araziye doğru yola çıkarlar. Arazinin kuytu bir köşesinde, metruk bir kulübe vardır. Çocuk, Roxane’i elinden tutup oraya götürür. Kulübeye girdiklerinde, çocuğun arkadaşlarının içeride onları beklediğini görür Roxane. On dört-on beş yaşlarında altı erkek çocuğu.

 

Roxane… Ergenliğin kıyısındaki, mutlu ve heyecanlı küçük kız. O gün, o kulübede; evinden ve okulundan yalnızca yürüme mesafesindeki o uğursuz kulübede, okul arkadaşları tarafından seri tecavüze uğrar. Önce popüler çocuk, sonra diğerleri… Çocuklar tecavüzle yetinmez; Roxane’i hırpalar, canını fazladan acıtmaya çalışırlar. Bir tanesi yüzüne tükürür. Sonra çekip giderler. Roxane de bisikletine binip, evine döner. O akşam, hiçbir şey olmamış gibi ailesiyle birlikte sofraya oturur. Yemeğini yer. Her şey normalmiş gibi davranır. Öyle ki ne anne-babası ne abileri halinden şüpheye düşer. Çok büyük, çok karanlık bir sırrı vardır artık. Tam on yıl boyunca, hiç kimseye anlatmadan, kimseyle paylaşmadan bu sırrı saklar. Çocuk bilinciyle, uğradığı felaketi anlamlandıracak kelime dağarcığına bile sahip değildir. Çok erken gelen ağır bir mutsuzlukla başkalaşır. İçinin müziği susar; yerini uğultulu bir karanlığa bırakır. Bir süre sonra o eziyetli sır, kendisiyle kurduğu en hakiki bağ halini alır.

 

Onun bedeninin hikâyesi, işte o kulübede başlar. Kendi çocuk gözlerinde; zayıf, korunmasız, değersiz bir bedendir onunkisi. Kötülüğü çağıran, dikkat çeken, akılsız bir beden. Olaydan hemen sonra, okulda herkesle düşüp kalkan bir sürtük olduğu söylentisi yayılacaktır. Başına gelen her şey için kendini suçlar.

 

Böyle görünmeseydim… Böyle davranmasaydım… O kulübeye gitmeseydim…

 

Kendini görünmez kılmak ister; nasıl yapacağını bilemez. Sonra şunu fark eder: Erkeklerin dokunmak istemeyeceği bir beden, güvenli bir bedendir. Hem arzunun menzilinden silinmek hem içinde açılan dipsiz yaraları avutmak için, kendine etten bir zırh kuşanmak için, öz nefretin hiddeti ve dinmeyen bir açlıkla yemeye başlar.

 

Bir sene sonra başka bir şehre taşınırlar. Kendi isteğiyle özel bir yatılı okula yazılır. Evden ayrılmak, dilediği gibi yeme özgürlüğünü sağlamıştır. Sağlıklı beslenmesi için didinen annesi de onu diyetisyenlere taşıyan babası da artık yanında değildir. Yalnızlığın girdabında, yeme saplantısı adamakıllı kontrolden çıkar. “Hayatın kederini uzak tutmak için hepimiz duvarlar öreriz” der. “Bu bazılarımız için iş, aşk, sosyal hayat olur; bazılarımız içinse alkol, uyuşturucu ya da yemek. O olaydan sonra bir kabuktum. Ezilmiş, örselenmiş, bomboş bir kabuk. O kabuğun içini, yemekle doldurdum.” Tecavüzün utancı, usul usul şişmanlığın utancına dönüşür.

 

Her şeye rağmen çok iyi bir öğrenci olmayı başarır. Yale Üniversitesi’ne kabul edilir ama orada var olmayı beceremez. Üniversitedeki ilk yılını tamamlamadan, çok az tanıdığı bir adamla birlikte uzaklara kaçar. İzini kaybettirir. Ailesi, bir dedektif yardımıyla onu buluncaya dek seneler geçer. Hayatı az çok düzene girmeye başladığında bile, tahripkâr ilişkilerle kendini cezalandırmaktan vazgeçmez. Her yanlış ilişki, ne kadar değersiz olduğunu kendine tekrar tekrar ispatlamanın bir yoludur.

 

Duvarları Yıkmak

 

Hunger şişmanlığa karşı kazanılmış bir başarı hikâyesi değil. Hem bir travmanın hem obez bir kadın için hayatın ne kadar zor ve ıstıraplı olduğunun hikâyesi. Zaman zaman insanı şoke edecek kadar çıplak bir gerçeklikle yazılmış, okuması zor bir kitap. Yine de her karanlık gibi, aydınlığa erişmeye çalışan bir yanı var: şefkat. Kendine şefkat duymayı öğrenme gayreti. Birçok kederin şifası bu değil mi?

 

Roxane Gay bugün kırk beş yaşında, başarılı bir kadın. Kendini ispatlamış bir yazar. Önemli bir akademisyen. Düşünceleri merak uyandıran bir eleştirmen. “Neyi başarırsam başarayım, birçok insanın gözünde bedenimden daha fazlası değilim” diyor. “Bedenim, kendi ellerimle yarattığım bir kafes. Duvarları utanç, suçluluk ve ıstıraptan örülmüş bir kafes. Ve duvarları yıkmak, bazen örmekten daha zordur…”

 

Başına o felaket gelmeseydi, hayatı nasıl bir yol izlerdi; merak ediyor. Nasıl bir kadına dönüşürdü? Kendini bu duvarların içine hapsetmeseydi, nasıl bir bedene sahip olurdu? Aynadaki görüntüsünü unutup gözlerini kapıyor ve hayalinde, kendine yeni bir beden yaratıyor. Duvarlarını yıkmış, hafiflemiş bir kadının hayali bu. Başında kavak yelleri esen o küçük, mutlu kızın; ormandaki metruk kulübenin karanlık duvarlarını yıkan hayali…

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Kapalı Devre Aile
bell hooks’un Eğitim Felsefesi Üzerine bir Deneme: Katılımcı Pedagoji ve Uygulanışı*
5. Sınıfta Başörtüsü ve Söylenemeyenler

Pin It on Pinterest