Boşanmayı saymazsak, evlilik bize sadece hayat arkadaşlığını değil aynı zamanda da ölümden sonra bedeni imha etmek için kurulmuş bir sistemi sundu.

MEYDAN

İSTEDİĞİN ZAMAN İPTAL ET: Yalnız Ölen İnsan Sayısı Artıyor Ve Küresel Ekonomi Buna Hazırlıklı Değil

T.L. Andrews’ün Quartz’ta yayınlanmış “CANCEL ANYTIME: More people are dying alone—and the global economy isn’t prepared for it” başlıklı makalesinin çevirisidir.

 

 

Geçenlerde telefonuma çok yakın bir arkadaşımın 33 yaşında kansere yakalandığını ve kanserinin dördüncü evresinde olduğunu haber veren bir mesaj geldi. Aynı üniversiteye gittiğim, birlikte yaşadığım, şarkılar söylediğim, arkadaşların yemek davetlerinde birlikte sızıp kaldığımız, beraber çok gecemizin geçtiği bir arkadaşımdı. Hayatımda ilk defa, bana bu kadar yakın ve bu kadar genç biri için “k ile başlayan” o kelime kullanılıyordu.

 

İlerleyen günlerde arkadaşımızın durumuyla ilgili güncellemelerden benim gibi haberdar olmak isteyen kişilerden oluşan bir Whatsapp grubuna dahil edildim. Sevenlerinin ona kartlar, hediyeler gönderdiğini, sağlık sigortasının karşılamadığı faturalar için parasal yardımda bulunduğunu gördüm. Arkadaşımın babası başka bir şehirde yaşadığından, kemoterapi başlamadan ancak bir gün önce yanına varabilmişti. Sonra birden gruba annesinden bir mesaj geldi. Sabaha karşı 04.20’de gelen bu mesajda, tanı koyulduktan tam 13 gün sonra, kızının vefat etmiş olduğu yazıyordu. “Onu tanıdığım o 33 tatlı, güzel yıla ve yaşayabildiği o güzel senelere minnettarım,” yazmıştı. Kendimi iş yerinin tuvaletine kilitleyip ağladım.

 

Bağımsızlığın Kırılganlığı

 

Belki de matemi defetmek ve acıyla başa çıkmayı ertelemenin bir yolu olarak kafayı lojistik konulara takmıştım: Whatsapp’taki grubun yöneticisi kimdi? Görev dağılımını kim yapıyordu? Aileye yardım eden kimdi? Arkadaşımın eşi veya partneri olmadığı için galiba bu işler hayatının çeşitli dönemlerinde arkadaşları tarafından devralınmıştı. “Eğer nekahat dönemi aylarca ya da yıllarca sürseydi bu destek sistemi ne halde olacaktı,” diye düşündüm.
Benzer bir düşünce aylar önce kolumu kırdığımda da aklımdan geçmişti. Tamamen farklı bir durum da olsa, o deneyim 30’larında bekar biri olarak bağımsızlığımın ne kadar kırılgan bir şey olduğunu göstermişti. Kullandığım kolumu kırdığım için dişlerimi düzgün fırçalayamıyordum. Sabahları giyinmek ve bağcıklarımı bağlamak başlı başına bir iş haline gelmişti. Bu deneyim bana, ne kadar başarılı ve saygı duyulan biri olabildiysem de, güçten düşmeye bir kriz uzaklıkta olduğumu gösterdi. Neticede problemlerimiz para veya yeni bir telefon uygulamasıyla çözülemez. Bir noktada, sadece yanımızda olan insanlara gerçekten ihtiyaç duyarız.

 

Yalnız yaşıyorsan yalnız mı öleceksin?

 

Belki de bu gibi deneyimler yüzünden gitgide şu tarz şeyleri daha çok düşünmeye başladım: Dairemde yalnız ölürsem, birinin bedenimi bulması ne kadar zaman alır? Hastalıklı bir düşünce farkındayım ama çok da abartılı değil. Japonya’da o kadar çok insan evinde yalnız ölüyor ki bu “yalnız ölümler”in ardından işlerin hallolması için başlı başına bir iş kolu yaratılmış. Maaşlı uzmanlar yalnız ölen kişilerin evlerine gidip evleri temizliyorlar. Kokuyu birinin fark etmesi haftalar, sonrasındaysa polisin evin içine girebilmesi için izin çıkarması gibi bürokratik işlemler günler alabiliyor. Ancak sonra, yabancılar ölen kişinin arkasını temizleyip, eğer varsa, haber verilecek birini bulmaya çalışıyorlar.

 

Bu senaryoyu düşünmek sinirlerimi bozuyor çünkü, açık konuşmak gerekirse, Japonya’da yalnız ölenlerle çok benzerliğim var. Yalnız yaşıyorum ve bekarım. Yazar olarak genelde evden çalıştığım düşünülürse evde başıma bir şey gelse hiçbir iş arkadaşı ya da patron işe normal saatinde gelmedim diye merak edip nerede olduğumu sormaz.
Editörlerim bile, eğer teslim tarihini kaçırdım diye (kasıt var) sinir olup bana birkaç mail atıp, belki bir de arayıp üstüne cevap alamazlarsa, güvenilmez olduğumu düşünüp bir daha asla benimle çalışmayaya yemin ederlerdi.

 

Tek haneli rakamlar

 

Yaşadığım şehir Berlin’de, konutların %50’ye yakınında bekarlar ikamet ediyor. Komşularımdan yalnız birinin ismini biliyorum. Benim apartmanda oturanların da çoğu bekarlığın farklı döngülerini temsil eden farklı yaşta erkekler. Örneğin, zemin kattaki, evin içini görebildiğim komşum, görünüşe bakılırsa işsiz. Oturma odasının yeri küllük olarak kullanılan boş bira şişeleriyle dolu; bu şişelerin üzerine her daim açık olan televizyonunun ışıkları vuruyor. Genelde öğlen ikiden sonra uyanıyor ve o kadar çok ot içiyor ki, ben temiz hava alabilmek için pencerelerimi kapatmak zorunda kalıyorum.

 

Benim farazi yalnız ölümümde, komşularım çürüme kokusundan rahatsız olmayacakları gibi (onların genellikle cömertçe ürettikleri kokuların arasında benimkini seçmek zor olacağından), bedenimin ortadan kalkması, taşınması ve herhangi formdaki bir cenaze için gereken bürokratik işlemleri yerine getirmeye tenezzül edeceklerini de sanmıyorum.
Komşum ve ben dünyadaki 300 milyon tek haneli evlerden ikisine sahibiz; yani tüm dünya nüfusunun %15’i içindeyiz. Bu oran birçok Avrupa ülkesinde daha da fazla: İsveç, Danimarka ve Litvanya’da evlerin %50’sinden fazlası tek haneli; Almanya, Finlandiya, Estonya, Hollanda, Fransa, Letonya ve Avusturya’da bu oran %40-%50 arasında. Amerika’daysa %28. Kendi başına yaşayan insanların oranı gelişmiş ülkelerde 1960’lardan beri iki katına çıktı.

 

Bir yapı olarak evlilik

 

Yanlış anlamayın, hayatımı seviyorum. Sevdiğim bir işim, şükrettiğim arkadaşlarım ve ancak Berlin kadar canlı bir şehirde yapılabilecek hobilerim var. 10 seneden fazla süre ev arkadaşlarıyla yaşamış biri olarak, içinde stand-up yapmak ve operaya gitmek gibi aksiyonların olduğu çok yoğun bir programdan akşam saat 11.30 gibi kendi sessiz sakin evime dönebiliyor olmak beni rahatlatıyor. Yine de kendi yuppy hayatımın curcunasından ne kadar mutlu da olsam, büyük resmin ışığında bu tarz bir varoluş şeklinin ne kadar alışılmamış olduğunu bazen unutabiliyorum. En azından modern devirden beridir insanlar farklı genişlikte aileleriyle yaşamaktan kendi ailelerini kurmaya yöneldiler –birinden öbürüne geçerken arada yaşanan, dilediğinin yapıldığı o kısa dönemle beraber. Toplumsal normlara uyacak şekilde, zamanla temelinde kendi ailelerimizin olduğu bir komüniteye dahil olmaya yatkın hale geldik. Boşanmayı saymazsak, evlilik bize sadece hayat arkadaşlığını değil aynı zamanda da ölümden sonra bedeni imha etmek için kurulmuş bir sistemi sundu.

 

Ancak son 50 yılda çok şey değişti. Artık birçok insan için bu dilediğini yapma periyodu çok daha uzun sürüyor. Hatta artık daha fazla insan için (gerek isteyerek, gerek hüsranın bir sebebi olarak, bazen de salt şartlar bunu gerektirdiğinden) bu geçici bir dönem değil; kalıcı bir hal olabiliyor.

 

Bizi birbirimize bağlayan yeminler

 

Her ne şekilde bekar kalmış olursak olalım, birçoğumuz bir zamanlar sadece evlilikle mümkün olan şeyleri tedarik etmenin yollarını buldu. Seks, vicdan azabı ve utanç olmadan, çok az ya da sıfır bağlılık hissederek yapılabiliyor. Artık daha fazla genç profesyonel ekonomik ihtiyacını tek başına karşılayabiliyor. Çocuklara çeşitli monogami dışı bağlantılar yoluyla sahip olunabiliyor. Bir diğer şekilde, geleneksel Hıristiyan düğün yeminlerinde söylenen “yanında olacağıma” kısmı artık rahatlıkla dışarıdan karşılanabilir hale geldi. Yalnız, yeminin “hastalıkta ” denilen kısmının yerini nasıl dolduracağımızı tam çözemedik. Ya da, üstte bahsettiğim gibi “ölüm ayırıncaya” kısmını…

 

İnsan hayatının ağır işleriyle – hasta olan birinin çorba yapanı olmak, işini kaybeden birine mali olarak arka çıkmak – başa çıkabilen bir destek sistemini nasıl elde edebileceğimizi çözemedik. Eşe veya aile üyelerine düşecek olan bu tarz görevler bekarlar için başkaları tarafından üstlenilmeli. Peki kimler tarafından? Devlet? Arkadaşlar? İş arkadaşları? Tinder flörtleri? Belki de Japonya’daki yalnız ölüm endüstrisinde sarsıcı bulduğum şey budur: Bedenimle maskeli yabancıların uğraşacak olması, daha da kötüsü, ölümümü anneme haber vereceklerin onlar olması çok rahatsız edici geliyor. Toplumun bekarlığa bakışı zamanla evrilirken yabancılara bu sorumlulukları ve zahmeti yüklemek tabii ki kimsenin amaçladığı şey değildi. Ancak kimse de buna alternatif bir şey üretmişe benzemiyor. Buraya nasıl geldik?

 

Bekarlığa yönelik stigma seneler boyunca inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Son milenyumun büyük çoğunluğunda evlilik bir anlaşmaydı: Bir nesilden öbürüne mal varlığını transfer etmek için, sosyal uyum aracı olarak, soyu devam ettirmek ve yalnızlığın devası olarak yapılıyordu. Bekarlar bu düzenin dışında kalıyorlardı; dolayısıyla tehdit içeriyorlardı. Bekarlığa yönelik sosyal stigma onları hizaya sokmak için tasarlanmıştı. 19. yüzyıla gelindiğinde bu kökten düşünce Amerika’nın belli yerlerinde evlenmemiş fakat zengin kadınlara nötr bakılmaya başlandığında yıkıldı. İç Savaş’ta erkek kaybının çok fazla olmasından doğan bir gereklilik olarak kadınların pazar ekonomisiyle tanıştırılmaları bu değişimin öncü sebeplerindendi.

 

Tarihçi Stephanie Coontz, Marriage, a History kitabında “spinster” (kız kurusu) kelimesinin etimolojisini açıklar. Tarihçiye göre kelime önceleri kendini geçindirmek için yün eğiren (spinning wool) kadınlar için kullanılırmış. Journal of Social History’de yazan sosyolog Zsuzsa Berend’e göre bu kadınlar oldukça ahlaklı ve baştan aşağı kadınsı varlıklar olarak görülmekteydi. Berend, 40 bekar kadının günlüğünü analiz edip bu kadınların bekar kalmalarının kişisel eksikliklerinden değil kalplerine göre birini bulamamalarından kaynaklandığını öne sürmüştü.

 

Bekarlığın sosyoekonomisi

 

In Adamless Eden (Ademsiz Cennet)  ve yakında çıkacak olan Single in America (ABD’de Bekar) kitaplarının yazarı Patricia Palmieri, bu dönemi kendi belirlediği bir stigma zaman cetveline konumlandırır. Ona göre son iki yüzyılda bekarlığa dair düşünceler üç farklı çağa ayrılmaktadır: Freud öncesi (1875-1920), Freud (1920-1960) ve Freud sonrası dönemi (1960-günümüze).

 

İlk dönemde bekarlığa yönelik söylemler ekonomi ve demografi tarafından belirlenmekteydi. İç Savaş’taki can kaybının sonucu olarak kadın nüfusunda fazlalık belirmişti. Bunun sonucu olarak birçok kadın Batı’ya taşınıp kendilerine koca bulmaya teşvik edilmişti. Bu dönemde şehirli kadınlar kendilerini geçindirmek için çalışabilmekte ve bekar kalabilmekteydiler.

 

Erkekler de evlenmeyip bekar odalarında yaşayabilmekteydi. Sonuç olarak dönemin ekonomik durumu uzmanlaşmayı ve erken yaşta evlenmeyi zorlaştırdığı için evlilik ertelenebilir hale gelmişti. Sonra Freud geldi -ki onun yazıları insanların normal cinsellikten ne anladığını büyük ölçüde etkilemişti. “’Bil bakalım anormal olan ne?’ diye sormak başkalarına kalmıştı,” diye açıkladı Patricia Palmieri yaptığımız telefon görüşmesinde. Freud meali yapan bir dolu yazar ortaya çıkıp evlenmemiş olmanın anormallik olduğunu yazmaya başlamıştı. Bu görüşler o kadar yayılıp popüler hale gelmişti ki 1957’de yapılan bir ankette Amerikalıların %80’i evlenmemiş insanların hasta, nevrotik ve ahlaksız olduğunu söylüyordu. Bekar kadınlara şüpheyle yaklaşılmaktaydı. Benzeri şekilde bekar erkeklerin de narsisist, sapık, patolojik durumda olduğu varsayılmaktaydı.

 

1960’lardan sonraki dönemdeyse bekarlar için özel olarak düşünülmüş ürünler artış gösterdi: kulüpler, seyahatler, apart evler ve çok çok sonra çıkan, çöpçatanlık uygulamaları. Demografi yine bir önem işgal ediyor çünkü bekar kadınların sayısı erkeklerinkini geçmiş durumda. Şehirleşme hız aldı. Boşanma artık daha kabul edilebilir bir şey ve homoseksüelliğin stigması bazı ülkelerde ortadan kalkmaya başladı. 21. yüzyıla gelindiğinde çokaşklılık (“polyamory”) gündelik dile girdi ve ilişkilerde özgür ve yaptırımsız olma anlatısı kolektif bilinçte yerini aldı.

Bu gelişmeler benim bu atomize hayatımı herhangi birinin tepkisini çekmeden sürdürebilmemi mümkün kıldı. Buna çok müteşekkirim. Belki ben de, birçoğu gibi, bu sosyal dönüşümün herhangi bir bedeli olmayacağını düşündüm.
Safmışım. 30’larımın ortalarına gelince ve arkadaşlıklarım da evrilince arkadaşlığın değeri ve zorluğu bana mütemadiyen hatırlatılmaya başlandı. Arkadaşlık; ebeveynlik, evlilik, çalışan olmak gibi önemli ilişkilerden farklı olarak, içinde yasal bir bağlılık barındırmayan tek kurum.

 

Eğer bir kadın kocasını boşamak isterse devlet araya girer. Eğer bir çalışan sebepsiz işten kovulursa tazminat için avukat araya girer. Öbür taraftan, bir arkadaşlığı bitirmek ya da başlatmak hiçbir bürokratik formalite içermez. Neye karar verdiysek odur. Bu güvencesiz tarafı arkadaşlığı güzel yapan şey. Hiçbir arkadaşlık anlaşmadaki şartlardan dolayı sürdürülmez; özgür iradeyle davranabilmek aradaki bağı özel bir anlamla donatır. Herhangi bir vakit bırakıp gidebilecekken bunu yapmamış olman ilişkiyi daha da anlamlı kılar. Bunlar arkadaşlık için her daim geçerli olan şeylerdi. Yeni olan şeyse toplumlar olarak bağlılık fikrinden gitgide rahatsız olmamızla alakalı olarak arkadaşlıktaki güvencesizlik kısmının kötüleşmiş olmasında yatıyor.

 

Benim annemle babamın 20 ya da 40 yıl aynı işte kalması beklenirken, benim neslim 1-2 seneden sonra ayrılmak için kıpırdanmaya başlıyor. Gitgide az sayıda genç ev satın alıyor. Bağımlılıktan tiksintimizi belki de en iyi, her abonelik ve uygulama indirme hizmetinde sürekli karşımıza çıkan o baştan çıkarıcı, kurtarıcı cümle gösteriyor: “İstediğiniz zaman iptal edin.” Birçok yoldan ben bu geri çekilmenin, bağlılıktan kaçınmanın ete kemiğe bürünmüş haliyim. Kiralık bir dairede oturuyorum. Neredeyse hayatım boyunca freelance çalıştım. Ve doyurmam gereken tek kişi var, kendim. Herhangi bir noktada, eğer ben istersem, dairemi boşaltıp herhangi bir yere gidip herhangi bir şey yapabilirim – ve kimseye hesap vermem gerekmez.

 

Peki, bunca özgürlüğe ve seçim gücüne sahipken neden bu kadar savunmasız hissediyorum? İstediğin zaman iptal et.
“Yalnız” kelimesinden hoşlanmıyorum. “Tek” kelimesinden de… İnsanlar tek mi yaşadığımı sorduklarında hemen onları düzeltiyorum: “Kendi evim var.” Bunu sanki dar kafalının tekine nasihat verir gibi söylüyorum. Çünkü, dürüst olmak gerekirse, yalnız hissetmiyorum. Amherst College’de İngilizce bölümünde öğretim üyesi olan Amelia S. Worsley’e göre, 16. yüzyıldan beri “yalnız” kelimesi başka insanlardan çok uzak olmaktan doğan tehlikeye atıf yapmak için kullanılıyor. Halbuki benim şehirdeki hayatım, hem mesafe hem samimiyet açısından, diğer insanlara oldukça yakın. Zevklerimden, korkularımdan, hayallerimden düzenli olarak bahsettiğim birçok sevdiğim arkadaşım var. Bu insanlar beni gerçekten seviyorlar. Eğer bir gün kanser olursam, biliyorum ki, birçoğu yatağımın ucunda oturup severek bana eşlik ederler. Muhtemelen bu makaleyi bana yüksek sesle okurlar. Yine de, itiraf etmem gerekir ki, 30’uma bastığımdan beri hayatımda büyüyen bir negatif boşluk hissediyorum. Sevdiğim o birçok arkadaşımın artık partnerleri var; bu da demek oluyor ki, en yakın arkadaş da olsalar artık hayatlarında esas ilişki kurdukları başka insanlar var. Yani, benim kanserim eğer onların partnerlerinin iş programıyla ya da çocuklarının ana okulu rutinleriyle çakışırsa, kanserim belki ilk birkaç gün ilk sırada olur ama gün geçtikçe ailevi sorumluluklar onları ait oldukları yere çekmeye başlar.

 

Bekar biri olarak, hayatımdaki neredeyse herkesin hayatında benden daha çok önem verdikleri birileri olduğunun farkındayım.

 

Yalnızlık endüstrisi durumu

 

Bu bağlamda kendime yalnız diyemem – tanımlayıcı daha iyi bir kelime olmadığı için. Dünya nüfusunun gitgide artan bir yüzdesi kopukluk ve komünitesizlik hissi yaşıyor. South Carolina Üniversitesinden sosyal iletişim araştırmacısı Matthew Brashears’e göre problem sosyal olarak izole olup olmadığınızda ya da hiçbir sosyal bağınızın olmamasında değil, sosyal yoksunluk ve yetersiz sosyal destek hissedip hissetmediğinizde yatıyor.

BBC tarafından yapılan daha yeni bir yalnızlık araştırmasında 55 bin insandan ilişkilerinin kaliteleri hakkında düşünmeleri isteniyor. Sonuçlara göre, 16 ve 24 yaşları arasındaki insanlar en yalnız olan grup. Yine aynı grubun %40’ı “sık” ve “çok sık” yalnız hissettiğini ifade ediyor. 75 yaşın üstündekilerin yalnız üçte biri aynı cevabı veriyor.

 

Aynı örüntü başka kültürlerde de kendini gösteriyor: Kaiser Family Foundation ve The Economist’in 2018’de zengin ülkelerde yürüttükleri ankette de Japonya’da yetişkinlerin %9’unun, Amerika’da %22’sinin ve İngiltere’de %23’ünün her zaman veya sık sık yalnız hissettikleri ortaya çıktı. Bu hissin, ortalama yaşam süresi üzerinde de muazzam bir etkisi var. 2010 yılında, toplamda 308,849 katılımcısı olan 148 çalışmanın özetini çıkaran Holt-Lunstad, zayıf sosyal bağları olan insanların daha güçlü bağları olanlara kıyasla erken ölüm risklerinin %50 daha fazla olduğunu ortaya koydu. Araştırmacılar çevreden kopuk olmanın insan ömrüne zararının günde 15 sigara içmekle eşdeğer olduğunu ve erken ölüm habercisi olma konusunda hava kirliliği ve hareketsizlikten daha etkili olduğunu öne sürdü. Bu yüzden, ne kadar özgürlük de vaat etse, bekar bir hayat yaşamanın topluca idrak edemediğimiz riskleri ve zararları söz konusu. Birçok şehirli profesyonel, benim gibi, ailelerinden uzakta yaşadığından birçoğumuzun işler sarpa sardığında ne yapacağına dair bir planı yok.

 

Evliliğin mucizevi bir çözüm olmadığını biliyorum. Hatta birçok senaryoda insanları sosyal olarak daha da izole ediyor. Yine de tüm problemlerine rağmen evlilik (ya da uzun süreli partnerlik), en azından iki kişilik bir komünite sağlıyor mu, sağlıyor. Kriz anlarında bir partner bakıcılık rolünden çekilebilirken tehlikedeki bekar kişi arkadaşlarından kendi acısına ortak olmalarını bekler. Bunun nasıl işleyeceğini benim neslimin uzunca ve derinlemesine düşünmesi gerekiyor.

 

Wesley Hill adında bir blogger’ın vaftiz kızı Felicity’nin vaftiz törenine katılma hikayesini okurken bir tane uygulanabilir örnekle karşılaştım. Wesley, Felicity’nin anne babası, Aiden ve Mel ile birlikte yaşıyor. Dördü, gayri resmi bir komünite oluşturuyorlar.

Wesley, Aiden’ın Mel ve Felicity’i ayağa kaldırıp tüm kiliseye ve dünyaya “Bu benim ailem” diye duyuru yaptığını anlatıyor. “Mel benim karım. Felicity ise kızım,” dedikten sonra Aiden Wesley’nin ayağa kalkmasını istiyor ve benzer bir gururla: “Ve bu da arkadaşımız Wes. Hristiyan topluluğunda yaşıyoruz. Wes bizimle aynı evi paylaşıyor ve kendisi Felicity’nin vaftiz babası.” Wesley yaptığı paylaşımda, kendisinin tam da bu grubun, bu ailenin bir üyesi olduğunu kamuya duyuran Aiden’ın beyanına ne kadar minnettar olduğunu anlatıyor. Diğer yaptığı paylaşımlarda ise karşılıklı adanmanın olduğu arkadaşlıklara açık yeni bir kültürün; arkadaşlıkları tıpkı evlilik törenleri gibi pekiştirmeye yarayan topluma açık dışavurumların -hatta ritüellerin- olması gerektiğinin sözcülüğünü yapıyor. “Biz birbirimize bağlıyız” denmesini kolaylaştıracak bir şeyler. Wesley’nin hikayesinden çok etkilendim. İçten içe biliyordum ki savunmasızlığımın çözümüne giden yol örtük olarak hep kaçındığım bağlılıktan geçiyordu.

 

Bağlılık

 

Bağlılığa gereksinimim var, biliyorum. O yüzden ben de kendi hayatımda benzer bir düzenlemeye gitmeyi düşündüm.
Yakın arkadaşım Magriet’e Whatsapp’tan bir buluşma daveti yolladım. Çoğu arkadaşımla yaşadığım gibi, buluşma için bulabildiğimiz ortak en yakın tarih iki hafta sonrasına oldu. Buluştuğumuzda muhabbetimiz alışılmıştan farksız değildi – iki senesini beraber yaşayarak geçirdiğimiz toplamda 10 senelik arkadaşlığın verdiği neşeyle. O zencefilli gazozundan bir yudum alırken ortak tarihimiz aramızda havada süzülüyor. Bense ilginç bir şekilde gergin hissediyordum çünkü ne söyleyeceğimi bilmiyordum; tek emin olduğum, onun anlayış göstermesini umduğum muğlak bir his. Sonra pat diye: “Arkadaşlığımızıın daha adanmış olmasını istiyorum.” dedim.
Dikkatle bana baktı, açıklamamı bekledi.
“Ben gerçekten kendimi senin yanında olmaya adamak istiyorum.”
“Hastalandığında beni aramanı istiyorum, sana ben çorba getireyim.”

 

Bu sürdürdüğümüz “kafana göre takılma” modelinin çok sürdürülebilir olmadığını açıkladım. Bunun sanki çadırda tam zamanlı konaklama yapmaya benzediğini söyledim; geçici bir şeye kalıcıymış muamelesi yapmakta olduğu gibi.
Eğer bu şekilde hayatta kalacaksak bazı şeylerin değişmesi gerek. Gülerek, modern bekarlığın hiçbir acil çıkış planı olmadığını ve kasksız yokuş aşağı süren motorsikletçilere benzediğimizi söyledim. Tabii özgürlük iyi hissettiriyor ama tepetaklak olmamız minnacık bir çukurun yolumuza çıkmasına kalmış.

Bunlar daha ağzımdan çıkarken kendi kendimi çürütüyorum. Ya ben bu ultra-arkadaşlık için yemin ettikten sonra bir şeyler değişirse? Ya birimiz aşık olup, evlenip, arkadaşlık yeminlerimizi unutursa? Bu öbürüne ne hissettirir? Birimiz başka bir şehirde iş bulsa, öbürü de peşinden taşınır mı? Ben taşınmak istemem. O da taşınmak istemez. Yoksa, ister mi?

 

Tereddütlerimi dile getiriyorum. Anladığını ve aynılarını hissettiğini söylüyor. İçinde olduğumuz bu duygusal düğümün aslında bir adı var. Buna “beklemecilik” deniyor. American University’de Devlet Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Diane Singerman tarafından ortaya atılmış bir terim. Uzun dönem ilişki arayan ancak bir sebepten henüz bulamamış; “o kişi” gelene kadar diğer hayati kararları erteleyen kişiler için kullanılıyor. Bunun sonucunda, özellikle de kişiyi romantik bir iletişim kurmak için ulaşılması zor hale getirecek büyük hayati değişimlere karşı isteksizlik oluşuyor. Kim, A planı nihayet peyda olmuşken, B planına takılmış kalmak ister ki? Tabii burada “o kişiyi bulmak” olan A planının önünde sonunda gerçekleşeceği öngörülüyor. Gerçekte ne benim ne Magriet için gerçekleşmeyebilir bu. Gitgide fazla sayıda insan bekar kalıyorsa, neden biz de onlardan olmayalım? Ama ben bu senaryoya hazırlıklı olmak istesem de mutlaka ona göre plan yapmak da istemiyorum. O zaman sanki pes etmişim gibi olur. Ve ben pes etmeye hazır değilim.

 

Bu hissettiğim tereddüt, bağlılığın doğasına ters; farkındayım. Diğer yandan, bağlılık sözü vermeden önce hayatında tüm olacakları önceden görmesi gereken cinsten bir karakterim var. Tabii biliyorum ki gerçek hayatta bu imkansız. Zaten bağlılıklar tamamlanmamış bir bilgi formuna inanıp güvenmekten ibaret şeyler. Birçok insanın bir iş pozisyonunun altına imzalarını atmadan önce pek az iş görüşmesi deneyimi olur. Gideceğin üniversitede birkaç saat geçirmeden (ya da birkaç gün), orada hayat nasıl geçiyor ya da orası senin geleceğini nasıl etkileyecek bilemeden orada dört sene geçirmenin kararını verirsin. Ancak kampüse tamamen taşındığında büyük resmi görme şansın olur. Tıpkı, iş görüşmesinde patronunun verdiği sözlerin ve gösterdiği cazibenin tamamen geçip kendisinin tam bir pislik olduğunu yeni şirketinde 6 ay geçirdikten sonra anlaman gibi.

 

Bu tam da olması gerekendir. Hiçbirimiz, gerçeği en baştan görseydik, herhangi bir şeye sözümüzü vermezdik. Belki, bu müessesenin içinde kaç kızışmış kavga, kaç tel beyazlayan saç, kaç borç tuzağı olduğunu bilseler hiç kimse evlenmeyecekti bile. Doğum ve ebeveynliğin ne tür zorluklarla dolu olduğu önceden bilinse belki hiç kimse hamile kalmayacaktı. Dolayısıyla, o noktada büyümem gerektiğini biliyordum. Ama daha büyük bir korkum vardı: Bu adanmışlığı talep edersem arkadaşlığın o hassas güzelliğini tehlikeye atmış olur muydum? Bir kelebeğin ihtişamını yakalamak için onu eline alıp öldüren biri gibi, aptallık mı ediyordum? Taahhüt yapmışız gibi hissedersek aramızdaki bağın gönüllülük esasına dayalı zevkini kaybeder miydik?

 

Magriet ile tüm bu konuları açık seçik konuştuk ve kolay cevaplar olmadığı sonucuna vardık. Konuşmayı sürdüreceğimizi karara bağladık.

 

Veda etmeden, Berlin’de herhangi tıbbi bir acil durum anında aranacak kişiler listesi sistemine, normalde eşin adı yazılan yere, onun ismini yazmamın nasıl olacağını sordum. Bu yaptığımız düzenlemeye, her neye benzeyecekse, sisteme onun ismini yazdırarak başlamak isterdim. Bundan sonrasında her ne yapacaksak, bu başlamak için iyi bir adım gibi görünüyor.

 

Fotoğraf: Natacha Pisarenko

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Transfobiye Kısa bir Bakış
Öznelerini Sırtlanan bir Sinemacı: Sibel Tekin
Polonyalı Kadınlar: “Bu Kirli Bir Oyun Ama Kolay Kolay Sinmeyeceğiz”

Pin It on Pinterest