Hangi müşterek ve kurumsal mevziler dezenformasyonla mücadeleye omuz verebilir ve huzursuz mazilerle daha dürüst bir şekilde gerçekleşecek kamusal bir hesaplaşmanın önünü açabilir?

TARİH

Bilgi Doğrulama Bilgiden Azade Bir Siyaset Karşısında Ne İşe Yarar?

Edin Hajdarpašić’in 7 Aralık 2021’de Public Seminar’da yayımlanan “What Use Is Fact-Checking Against Fact-Free Politics? The rise of false histories by real politicians” adlı makalesi “Bilgi Doğrulama Bilgiden Azade Bir Siyaset Karşısında Ne İşe Yarar? Yalan Yanlış Tarihlerin Reel Politikacılar Marifetiyle Palazlanması” başlığıyla Evren Sünnetçioğlu tarafından çevrilmiştir.

 

Bosna Hersek Yüksek Temsilcisi Christian Schmidt tarafından Birleşmiş Milletler’e yazılan bir rapor, Kasım ayının başlarında basına sızdırıldı. Schmidt raporunda, ülkenin ayrılık yanlısı silahlı Sırplar tarafından başlatılacak “çok ciddi” yeni bir iç savaş ihtimaliyle parçalanma tehlikesine girdiği ihtarında bulunmuştu. Bunu izleyen günlerde, Bosna’da savaşın eşiğine gelindiğine dair haberler neşr olduğunda, bir Balkan tarihçisi olarak mevcut krizin kökenlerini kısa bir yazıyla açıklamamı isteyen birkaç davet aldım.

 

Böyle bir yazıyı elbette kaleme alabilirdim. Ne var ki bu gibi durumlarda, tarihçilerden pek çok kez üstlenmeleri beklenen roller karşısında duyduğum rahatsızlığı üzerimden atamadım.

 

Alışılageldiği üzere, ister Bosna ister Sudan isterse de Dağlık Karabağ olsun, epeydir umursanmayan bir yer gündeme damgasını vurduğu vakit, konuyu tarihselliğiyle “açıklığa kavuşturan (!)” bir yazının rağbet gören kıvamda olanı, tuzla buz edilecek efsanelerin o diyara ilişkin temel bilgilere katılıp karıştırılanıdır. 

 

Gelgelelim, savaş sonrası Bosna hususunda düşündükçe bu türden kısa yazıların zaaflarına karşı ilgim de bir o kadar arttı. 

 

Siyasi kökenleri büyük ölçüde sığ olan çatışmaların tarihsel açıdan sözüm ona daha derinlikli izahatini vermeye çalışmak nice işe yarar? Dahası, tarihçiler bilgi doğrulamada ustalaşmaya meylededursun, devletlerce fonlanan kasıtlı yalanlar üzerine kurulu anlatılara karşı yapılabilen savunmanın en iyisi (veyahut tek yolu) gerçekten bu mu?       

 

 

Bosna’daki mevcut krizin merkezinde yer alan ve onun özerk bir entitesi olan Sırp Cumhuriyeti’nin tarihi etüt edildiğinde, bu türden soruları göğüslemek de bir mecburiyet arz eder. Söz konusu entitenin lideri Milorad Dodik, yeni bir askeri güç oluşturup Bosna devletinden ayrılacağı yönünde verdiği göz dağını tırmandırarak ülkede ve sabık Yugoslav bölgesinde silahlı çatışmanın nüksetmesini körüklemektedir.  

 

Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska), esasen yeni bir siyasi oluşumdur. Geçmişi 1992’ye uzanır. Bosnalı Sırplardan, Radovan Karadžić ve Ratko Mladić’in önayak olduğu koyu milliyetçiler, Yugoslavya’nın dağılmasını etnik açıdan saf bir ulus devlet kurma emelleri için fırsat bilirler. Slobodan Milošević ve Yugoslav Milli Ordusu’ndan arda kalanlarca desteklenen Sırp Cumhuriyeti’nin kurucuları, 1992’den 1995’e dek süren üç yıllık savaş esnasında, zapt ettikleri topraklardan gayri Sırpları (öncelikli olarak Boşnakları ve Hırvatları) silme hedefindeki radikal emellerini dizginleri kopmuşçasına kovalarlar. 

 

Karadžić ve Mladić başarısız olur ve Sırp Cumhuriyeti’nin kurucuları Lahey’de aleyhlerine isnat olunan insanlığa karşı suç ve soykırımdan bilahare hüküm giyer.   

 

Ancak, Sırp Cumhuriyeti, 1995 Dayton Barış Antlaşması’nın koşulları uyarınca baki kalır ve kendisine bağımsız Bosna Hersek devleti bünyesinde özerk bir entite statüsü verilir (diğer entite, kantonlardan mürekkep Bosna Hersek Federasyonu’dur). 

 

Savaştan yirmi yıl sonra bugün, Sırp Cumhuriyeti, kendisine işbu savaş mirasının muhafızı rolünü biçen deli dumrul bir politikacı, Milorad Dodik tarafından yönetiliyor. Dodik, ilkin Karadžić’e bir alternatif olarak gösterilmişti. Fakat, Sırp Cumhuriyeti’nin kurucularının işledikleri soykırımı inkâr ve entitenin çok geçmeden kendi ordusunu, hazinesini vesair kurumlarını oluşturmada ısrar eden, dediğim dedik birine dönüştü. Rusya’da Putin, Sırbistan’daysa Vučić, Dodik’i bölgesel bir müttefik olarak bağırlarına basıp onun ayrılıkçı tehditlerine göz yumdular. 

 

Dodik’in milliyetçilik projesi, Sırp Cumhuriyeti tarihinin yeniden yazılarak sözüm ona derinleştirilmesini de ihtiva ediyor. Yönetim tarafından müsrifçe finanse edilen “Sırp Cumhuriyeti Ansiklopedisi”ne — cilt sayısı bir düzineyi aşkın bir seri olacağı duyurulmuştu, ancak şimdiye dek sadece üç cildi çıktı — başvurulduğunda, bu entitenin orta çağa ve hatta geç antik çağa dahi uzanan uzun ve şanlı bir geçmişi olduğuna dair çarpıtılmış iddialarla karşılaşılır. 

 

Tarihçilerden böyle bir tarihi derinlemesine incelemeyi talep etmek, tüplü dalış ekibini banyo küvetine sevk etmek gibi gelebilir. Ama belli anlatıları tedarik etmek uğruna tarihçileri seferber ederken böylesi bir talepte bulunmak tam da politikacıların yaptığı bir şey. Kimi tarihçiler de baskıdan yahut, kani olduklarından veyahut da iktidara yakın olma fırsatından bu talebin yerine getirilme görevini üzerlerine alırlar.  

 

 

Tarihçiler, milliyetçiliğin uydurmalarıyla vücuda getirilen muhayyel bir geçmişi muhatap aldıklarında sıklıkla kimi gözde alet edavatlarına başvurur; yani, bilgi doğrulama ve efsane göçertmeye. Tarihçiler, tarihle ilgili yanıltıcı iddiaların üstüne giderek, safsataların, tahriflerin ve gayri tarihsel düşünüşten kaynaklanan yanlış anlamaların dayanak oluşturduğu böylesi beyanlara dikkat çekmekte ustalaşmaktadır. Bu tür bir mesai, tarih disiplininin en kıymetli işlevlerinden biri olmayı sürdürüyor. Tarihçiler, yalanları ortaya çıkarma, daha isabetli anlatılar oluşturma ve geçmişi incelemek için kanıta dayalı envai çeşit yaklaşım geliştirme kudretine sahiptir.

 

Ancak, geçmiş hakkında kendi anlatılarını oluşturmaya kararlı siyasi rejimlerle karşı karşıya kalındığında, mevzubahis anlatılar her ne kadar hayal ürünü olsa da bunları bilgi doğrulama yoluyla düzelterek gerçekten ne kadar yol kat edilebilir?  

 

Sırp Cumhuriyeti meselesinde, Dodik gibi politikacıların yakın zamanda vuku bulmuş hadiselere dair o nahoş hakikati bildiği açıktır. Dodik, 2007 gibi yakın bir dönemde Sırp Cumhuriyeti’nin silahlı kuvvetlerince “Srebrenica’da yapılanlar soykırımdır” diyerek bunu bizzat ikrar etmişti.

 

Kısa bir süre sonraysa milliyetçi gururları kamçılamanın politik hırslarına daha iyi hizmet ettiğine kanaat getirdi. Sırp Cumhuriyeti kurucularının 1990’larda Bosnalı Müslümanları ve Hırvatları sistematik bir şekilde hedef aldıklarını inkâr ederken, “Sırplara” ve “Hristiyan Avrupa”ya karşı İslam menşeli bir komplo kurulduğuna dair hayalî tehditlere de müracaat etmeye başladı. “Soykırım yoktu” Dodik’in basın toplantılarında ve mitinglerde yıldan yıla yinelediği bir nakarat hâline geldi. Sırp Cumhuriyeti yönetimi 2017’de 1990’lardaki kanlı Saraybosna ve Srebrenica kuşatmaları gibi mevzuların okullarda öğretilmesini yasakladı.

 

Uluslararası ve yerel protestolar, Sırp Cumhuriyeti’nin saldırgan tavrına ket vurmak adına çok az şey yapabildi. Bazı suçları ikrar, ama soykırım nitelemesine itirazla başlayan “hafif dozda inkâr” yanlılarıyla bağ kurma çabaları, beraberinde tariflerin biteviye değişimini getirdi sadece; ta ki “sert inkâr” anlatısı bir kere daha baskın olana dek. 

 

Üstelik, bu türden tartışmaların savaş sonrası Bosna’da amansız bir bedeli de oldu. Söz konusu entitede, hükümlü savaş suçlularının itibarlarının iade edilmesi ve suçlarının göreceli hâle getirilmesi, soykırımdan sağ kalanların ve mağdur ailelerinin yaşadıklarını yadsıyarak onları tekrardan travmatize etti. Özellikle Dodik’in kendi ordusunu kuracağına dair nutukları alıp yürüdüğü sırada, inkârcı söylemler de geçmişteki vahşeti meşrulaştırarak depreşen şiddet tehditlerini daha inandırıcı ve yaygın hâle getirdi.

 

Nihayetinde bu sorun öyle vahim bir hâl aldı ki 2021’in Temmuz ayında, Dayton Antlaşması’nın Bosna’daki mülkî tatbikinden sorumlu üst düzey görevli Valentin Inzko tarafından soykırımın inkârını yasaklayan yeni bir kanun dayatıldı. Kanun genel itibariyle soykırımın herhangi bir şekilde inkârını yasaklasa da, bu, geniş kitleler indinde, Dodik’e karşı hayli geç kalınmış bir hamle olarak görüldü.

 

Dodik’in artan tehditlerine gelince, bu tehditlerde soykırımın inkârına yönelik yeni kanuna uymayı reddediyor olmasının payı az buz değildi. Kanuna uymak yerine, Sırp Cumhuriyeti’nin fiilî bağımsızlık arayışında olacağını ileri sürdü ki böyle bir bağımsızlık, gerçeklerden kopuk bir mazi ve istikbal üretmek için güvence olacaktır.   

 

 

Birbirlerinden son derece farklı bağlamlarda cereyan etseler de, inkârdan beslenen benzeri kuvvetler şimdilerde Amerika dahil pek çok ülkede yükselişte. Cumhuriyetçi politikacılar, yakın zamanda, “eleştirel ırk kuramı” (critical race theory) umacısı etrafında bir ahlaki panik yarattıktan sonra, Amerikan tarihinin sözüm ona bölücü konularının ders olarak işlenmesini yasaklamak için yirmi eyalette kendilerine bağlı yasama meclislerini ikna ettiler.

 

Amerikan tarihçileri, pratikte Amerika tarihinin kurucu hususlarının devlet himayesiyle inkârından farksız bu yasama hamlesine karşılık vermek için uğraşıp didiniyor. 2021’in Haziran ayında, 135 akademik cemiyetin imzaladığı açık mektupta, bu türden yasaların açık bir surette “ırkçılığın Amerika tarihindeki rolünün öğretimini ve öğrenimini sindirmek” emelinde olduğu dile getirildi ve uygulama protesto edildi. Ağustos ayındaysa, Amerikan Tarih Cemiyeti’nin başkanı Jacqueline Jones, Amerika’daki Siyah karşıtı ırkçılığın tarihine dair örüntüleri özetleyen, aynı zamanda da eleştirel ırk kuramı nedir ne değildir’i açıklayan tesirli bir yazı neşretti.

 

Gelgelelim, her ne kadar kıymetli olsalar da, bilgi doğrulama vasıtasıyla yapılan bu tür düzeltmeler, öğretmenlerin geçmişe dair gerçekleri öğretmesini yasaklayan kanunlar çıkarma yetkisine sahip politikacılarla boy ölçüşemez.

 

Ayrıca, inkârcı iddiaları işte yalanlar, işte gerçekler şeklinde alelacele çürütme girişimi, söz konusu iddiaları tarihsel analiz için meşru bir hareket noktası kabul etme, yani onların çoğu tarihçinin varsaydığı ampirik dayanakların dışına kasten yerleşen siyasi birer proje olduğu gerçeğini ıskalama riskini de beraberinde getiriyor.    

 

Bu dinamikleri birer iktidar meselesi olarak tanımak, idealde tarafsız bir araştırma alanı olduğu ve genel olarak da, siyasete mesafe koyduğu müddetçe en iyi sonucu vereceği varsayılan tarih nosyonunun geçerliliğini de sınıyor.

 

 

Yalan ve hilenin modern siyasette nasıl işlediğini ustalıkla inceleyen Hannah Arendt de bu idealle hemhâldi. Analizleri hakikatin peşinden gidişin, son kertede tarafsız, çoğunlukla da yalnız bir serüven olması gerektiği varsayımına dayanıyordu. Arendt, bu varsayımına tarihçiliği ve dahi bilgi doğrulamayı meslek edinenlerin mesaisini de dahil ederdi.

 

Ona göre, “siyasete hakikat perspektifinden bakmak, siyaset alanının dışında durmak demektir. Bu duruş, hakikati anlatanın konumudur. Eğer bu kişi beşeri işlere müdahil olur, ikna veyahut şiddet dilini kullanırsa…bu konumunu yitirir.” 

 

Ancak, tarihçilik zanaatının beşeri işlere müdahil olması ve hatta beşeri işlerden vücuda gelmesi kaçınılmazdır. Bu gerçek, Arendt’in “politikacı kadar tarihçiden de” şüphe duymasına yol açar. Çünkü, “cezbeye tutulup kendi realitelerini kendi kuramlarına uyduracaklardır — değil mi ki realite insan ürünüdür, başka türlü vuku bulmuş da olabilir —; böylelikle zihinlerin huzurunu kaçıran beklenmedik olguları (contingency) başlarından savacaklardır.” 

 

İnkârcı projelerle dolup taşan çağımızsa, farklı bir görüşe imkân tanımaktadır. Bu görüş, tarihin görevini gerçekleri muhafaza etmeye indirgemek yerine, tarihe içkin ve çoklu siyasi potansiyelleri kucaklar. 

 

Geçmişi yeni baştan yazan iktidar mensuplarıyla karşı karşıya kalan tarihçiler, kendi varsayımlarını tekrardan ele alıp iktidar ve iktidarla ilişkilenen zapturapta dair yeni sorular sormalı.

 

Hangi müşterek ve kurumsal mevziler dezenformasyonla mücadeleye omuz verebilir ve huzursuz mazilerle daha dürüst bir şekilde gerçekleşecek kamusal bir hesaplaşmanın önünü açabilir?

 

Profesyonel tarihçiler topluma nasıl faydalı olabilir?

 

Bu sorulara net bir yanıtım yok. Fakat, gerek Bosna’da gerekse Amerika’da yükselmekte olan inkârcı iktidarlarla mücadelede, söz konusu tartışmayı siyaset ve tarih arasındaki ilişkiyi göz önüne alarak genişletmenin tarihçileri daha iyi bir konuma getirebileceğini düşünüyorum. 

 

Arendt, gerçeklerin hem göz yıldıran bir kırılganlığa hem de dingin bir dirence sahip olduğuna vurgu yapmakta haklıydı. Bununla birlikte, yalanlar diyarına kapılmanın an meselesi olduğu bu tehlikeli gerilime ilişkin şöyle bir sonuca varmıştı: “Çare yok.”

 

Ancak, bu durum, en nihayetinde, hakikati dillendirmeye dönük çok yönlü mücadeleyi daha da gerekli kılıyor. Bosna’da hâlen süren kriz bir şekilde kılavuzluk edecekse, bundan çıkarılan hisse şu olsa gerek: Hortlayan inkârcı projelere karşı verilen mücadele riskli ve çözüme kavuşmamış bir süreç olarak varlığını sürdürmekte. Ve şu da var ki, söz konusu kriz, bizleri mevzubahis ülkenin çok ötesinde, geniş çapta bir eleştirel düşünüşe sevk etmek durumunda.

 

Kapak görseli: Borders in a single shot: after Harun Farocki‘den (Diana Toucedo, 2017) bir kare. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Çiko’nun Zor Anları
Frida Kahlo’nun Diego Rivera’ya Yazdığı Aşk Mektupları
Ulrike Meinhof’un Gözünden Kazanç Kıyımı

Pin It on Pinterest