‘Canı çekerken’ zihninin kordon bağlarıyla hem geçmişe hem de fena halde şimdiye, önündeki tabaktaki yemeğe bağlanacaktı.

ECİNNİLİK

İsimsiz Hastalık

Sabahları, burnunu gece boyunca gömdüğü yastığın kokusundan uzaklaştırmak için kalkıyordu. Hamile olmadığı zamanlarda yeni yıkanmış yastık kılıfından, nevresimden haz alırdı, ama keyif sadece temiz yataktan alınan şey değildi. Yeri geldiğinde, yatağa serilişinden haftalar sonra ekşiyen çarşafların kokusu da derin bir nefesle içe çekilebilirdi. Banyodan çıkmış bedenin ferahlığıyla, kendiyle barışık bir tozlanmanın, terlemenin (özellikle yaz günlerinde) tuzlanarak tenini muhafaza etmenin verdiği hislerin benzerliği gibi bir şeydi bu. 

 

Şimdi yaz günlerinden, terini ona sevdiren tuzlu denizlerin de hepsinden çok uzaktaydı. Yaklaşık bir senedir içine soluduğu çeşit çeşit maskenin, yastığın, elbisenin kokusu hatta vücuduna değen her türlü kumaşın dokusu onu itiyordu. Yakında çoğunluğunun içine giremeyeceği kıyafetleri, zaten büyük bir kısmı salgınla bir daha ne zaman giyileceği bilinmeyen kumaşlar, dikişler dolaptan ona bakıyordu. Ama en zoru, kendi teninden kaçamayacak olmasıydı. İstediği kadar yıkanabilir, kullandığı şampuanı, sabunu, kokusu içini kaldırmasın diye istediği kadar ince eleyip sık dokuyabilirdi. Kurulandıktan sonra bir daha değmek istemediği havlular kenara atılınca, yine oturduğu yatakta başbaşa kalacağı, uzaklaşması en zor ten kendininkiydi. 

 

Daha bu haftasonu New Jersey’deki kocaman İstanbul Market’in raflarında yer silme deterjanlarını teker teker koklamış, bir zamanlar annesinin yazlığın yer taşlarını her gün sildiği fosforlu pembe Fabuloso’nun ona artık Türkiye’de bir yazlıktan çok buradaki Meksika bakkallarını çağrıştırdığını farketmişti. Peki bu kokuyu Türkiye’den sonra ilk defa San Diego’dan sınırı yürüyerek geçip Tijuana’da bir bakkala girdiğinde mi almıştı, yoksa ABD’deki bir göçmen bakkalında mı? Ya da sahibi Puerto Rico’lu bir başka dükkanda. Düzenli günlük tutmayı bir türlü başaramadığı için bu ve bunun gibi serbest çağrışıma müsait ufak tefek bir çok an, seneler sonra bir koku ya da sesle hafızasının derinliklerinden çıkmayı bekleyen birer muamma olarak kalacaktı. Düşüncelerin, hatıraların arşivlenerek düzenlenmemesi, bir kaç istisna dışında yazıya dökülmemesi elbette ki hayatındaki yaratıcı tıkanıklığın da süregelen sonuçlarından biriydi. Arabanın bagajında bir yerlere bağışlanmak için aylarca bekleyen, biriken ve sonra unutulan eski palto ve kazaklar nasıl aniden bastıran soğuk bir havada insanın işine yarıyor ve o an kendi dağınıklığıyla gurur bile duymasını sağlıyorsa belki zihnin derinliklerinde inatla tutulan fikirler de dışarı çıkmak için en uygun ve rastlantısal anı bekliyorlardı. 

 

İlk çocuğuna hamile kaldığında, bir kaç ay çubuk kraker, beyaz peynir ve gazoz dışında ağzına bir şey atamamış olması, çok sevdiği avokadoya bile tahammülsüzlüğü rastlantı değildi. İçinde henüz şeklini tam almamış bir yaratık büyütmekle, kendi çocukluğu ve çocukken yapmayı, yemeyi sevdiği şeyler arasında sağlam bir köprü vardı. Büyüdüğü yerden çok uzakta yaşadığı için de gittikçe uzayan, uzarken aralarda yaşadığı farklı mahallelere, binalara, odalara da sapan yamuk yumuk bir köprü. Zaten çocukluğunun geçtiği kasabaya adını veren, Ergene nehri üzerinden geçen, kemer kemer upuzun taş köprü de 15. Yüzyıl’da inşa edilmiş ve yıkılacağından şüphe duyulduğunda hemen yıkılıp ardından yeniden inşa edilmişti ve hala orada duruyordu. 

 

Şimdi evde tahammül edebileceği tat ve kokuları arttırmak için market sepetine birer birer gazoz, yufka, ıhlamur, tulumba tatlısı, irmik, ayran şişelerini koymuş, arabanın camından Jim Jarmusch’un çok sevdiği aynı adlı filmi Patterson şehrinde ona tanıdık gelen binaları seçmeye çalışıyordu. Yapay çiçek kokusunun çağırabileceği yegane iyimser düşünce derin bir nefesle şeffaf plastik şişeden insanın vücuduna yayılabiliyor, kendi kokusuna tahammül edemediği bir anda bir süpermarketin deterjan reyonunda ona iyi bile gelebiliyordu. ‘Self-care’ diye diye insanı hayattan soğuttukları derman mevzusu, çok şükür ki hala kapağını açanı şaşırtabilen karışık bir kutuydu. 

 

Hamileliğinin ilk üç ayı rahat bir nefes almak için evin farklı odalarını, gökyüzünün farklı köşelerini ona koklatan bulantı hakkında okudukları tatmin vermese de, bulantıdan daha çok şehirli kadınların müzdarip olmasını anlamlandırabiliyordu. Şehirde uzanabileceği gökyüzü miktarı salgınla daha da daralmış, derin nefes almak sadece içerilere mahsus bir etkinlik haline gelmişti. Batı tıbbı hamilelikte bulantıyı bir hayatta kalma ve var etme eğilimiyle açıklıyor, embryo’nun doğada karşılaşabileceği çeşitli zehirlere karşı geliştirilmiş bir iç güdü olduğunu söylüyordu. Freud’sa bunu, annede çocuğu düşürmeye yönelik bir eylem olarak görüyordu ve tabii bunun tek bir nedeni olabilirdi, o da çocuğun babasına duyulan nefret. Oysa insan bu fiziksel halde herkesten ve herşeyden nefret edebilirdi. Özellikle tezlerine uydurmak için hızla sebep sonuç ilişkisi kurmaya hevesli adamlardan. Freud’un söyledikleri aklına yatmadığı gibi çocuk doğurmakla ilgili her anın birer mucizeler zinciri olduğunu kanıtlamaya hazır düşüncelere de mesafeliydi. 

 

Mide bulantısının verdiği his her ne kadar hayatta kalmakla tezat gibi gelse de, her sabah hamile olduğunu ancak böyle hatırlıyordu ve bu hatırlatma için müteşekkirdi. Vücudunun hafızası ilk çocuğundan hatırladıklarıyla erkenden şekil değiştirmiş, belirtiler bir bir tekrar etmeye başlamıştı. Hesaplamalarına ve temennilerine göre tam üç hafta sonra bir sabah kendini daha iyi hissetmesi ve büyüyen karnı ona hatırlatmadıkça günün büyük bir çoğunluğunda hamile olduğunu bir süreliğine unutması muhtemeldi. Bulantıya çare olarak market raflarında deterjan şişelerini derin derin koklamasını önleyecek, onu ve karnındakini temizlik malzemelerindeki toksinlerden koruyacak bir içgüdü de belli ki onda gelişmemişti. Yine de rengarenk deterjanların arasından, ABD de halihazırda satılan deterjanları kullanmayanlara, temizlikte asimilasyonu reddedenlere ya da onun gibi bazen memleketini özleyenlere ithal edilen, okyanusları aşan, konteynerlerden dolup taşan Yumoş’ları Cif’leri, Domestos’ları geçip eskilerden sevdiği arap sabununu aldı ve sepete koydu. 

 

Kokular, tatlar, havada uçuşan görünmez ruhani ya da moleküler zerrelerle iticilik ve çekicilikten öte bir ilişki içindeydi. Belki de gerçek anlamda, ‘içi kalkarken’ altı üstüne gelecekti. ‘Canı çekerken’ zihninin kordon bağlarıyla hem geçmişe hem de fena halde şimdiye, önündeki tabaktaki yemeğe bağlanacaktı. Denizin her kıyıya varan dalgayla bir süreliğine kendi dibini bulandırması, yerden ufak ufak çakıl taşlarını kaldırıp sonra onları gözle görülmeyecek kadar az farkla başka yerlere serpiştirmesi ve tekrar berraklaşması gibi. Ona hiç alışmadığı şekilde doğayla istiare yaptıran bu ruh hali, annelikle ilgili yapılan hemen her enteresan filmin korku türünde olduğunu düşündürttü bir kez daha. Hatta bilgisayarında Yeni Doğan Bakım Ünitesi (İngilizce kısaltmasıyla NICU) adında bir klasör, senelerdir bir diyalogsuz açılış sahnesiyle öylece kalmış, yine zihninin derinliklerinden çıkacak başka şeylerin toparlanıp hikayeleşmesini bekliyordu. 

 

 

Ana görsel: Hannah Wilke, S.O.S. Starification Object Series (Curlers) [Yıldızlama Nesne Serisi (Bigudiler)], 1974.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Bedenimle randevum
Okur Mektubu: Modayla Feminizmin Nasıl Bir İlişkisi Var?
Hayatınızdaki Otorite Figürüne Şarkılar

Pin It on Pinterest