O zaman da aynı şimdilerde olduğu gibi ülkede gerçekten olup bitenleri bilmek çok zordu. Sivas’ta olanlar haberlerde bulanık görüntüler halinde bir görünüp bir kayboluyordu.

TARİH

Genç Dostuma Madımak ile İlgili bir Mektup

Sevgili Genç Dostum,

 

Müsaadenle hafızamda kaldığı kadarı ile ben de sana Sivas Katliamını anlatayım.

 

1993’ün Temmuzunda ben on dokuz yaşındaydım. Her sabah serinlik şehrin üzerinden kalkmamışken evden çıkıyor, Fransızca dersine gidiyordum. Fransız Kültür Merkezi’nin pek hoş, Beyoğlu’nda bir vaha misali yeşilli, beyazlı loş ve serin bir avlusu vardı -ki hâlâ var- oraya girdim mi ben de bir havalara girerdim. Boyum uzar, yüreğim genişler, kantinde çalışan Türk karı kocayla bile gırtlağımdan Fransızcaya has sesler çıkararak konuşmaya koyulurdum. (Çok güzel çikolatalı tost yaparlardı.)

 

O sabah derse biraz geç girmiştim. Bahçeden topladığımız papatyalardan başıma bir taç örüyordum çünkü. Çünkü o gün babamın doğum günüydü ve ders çıkışı onunla buluşacaktım. Sınıf arkadaşlarım ve hatta hocamız çoktan yerini almış, konuşmaya dalmışlardı. Yerime geçtim. Sıralarımız nal şeklinde dizilmişti, birbirimizin yüzünü görebilelim diye. Yanımda Feride Çiçekoğlu oturuyordu. Ben yazarlığın hayallerini kuruyorum ya, sanki beni seçmiş de yanıma o oturmuş gibi gururlanıyordum. Feride Çiçekoğlu dört sene önce gösterilen ve ödülden ödüle koşan, hatta Oscar’a bile aday adayı olarak seçilen Uçurtmayı Vurmasınlar filminin senaryosunu yazmıştı. (Görmediysen, muhakkak seyret.  Garanti veriyorum tebessüm yüzünden bir süre eksilmeyecek, insanı insan eden bütün hisler yüreğinde bir bir yeşerecek.)

 

O sabah Feride Çiçekoğlu’nun kalem tutan eli titriyordu.

 

Konuşmalara kulak kabarttım. Sivas’ta dün gece yakılan otelden söz ediyorlardı. Ben de biliyordum tabii otelin yakıldığını ama… Sevgilimin ailesi ile yediğim akşam yemeğinden sonra hep beraber televizyonda seyretmiştik, ama bu konuştukları… Fransızca diye mi anlamıyor muydum? Ölüler diyorlardı. Yaralılar, ölüler? Sayısını kimse bilmiyordu henüz o sırada. Ben önceki akşam sevgilimin evinden ayrılırken Aziz Nesin ve otelde kalanlar kurtarıldı dememişler miydi?

 

Ah genç dostum, o zaman da aynı şimdilerde olduğu gibi ülkede gerçekten olup bitenleri bilmek çok zordu. Sivas’ta olanlar haberlerde bulanık görüntüler halinde bir görünüp bir kayboluyordu. Hepsi erkek bir kalabalığın ellerinde sopalarla bir oteli sardığını, tekbir getirdiklerini, otelin camlarını kırdıklarını gösteriyorlar ama otelde mahsur kalanlardan bahsetmiyorlardı. Kameralar itfaiye merdiveni ile otelin üst katından indirilen Aziz Nesin’e odaklanıyor ama onun bir itfaiye görevlisi tarafından aşağıdaki linçe susamış kalabalığın üzerine itilişi sırasında film kesiliyordu. Sonra Nesin’i polisler kurtardı diyorlardı ama yüzün üzerinde kitaba imzasını atmış yazarımıza saldıran erkeklerin bu ülkenin en zehir zemberek kafasına vurarak yetmiş sekiz yaşındaki adamcağızı hastanelik ettiğinden bahsetmiyorlardı.

 

Bunların hepsini biz zamanla öğrendik.

 

Cayır cayır yanan otelde çoğu yazar, şair, ressam, düşünür olan otuz üç kişi daha mahsur kaldığını ve bunların yirmi dördünün, yirmi beş yaşın altında gençler olduklarını, o gençlerin çoğunun da ya on sekiz yaşında, ya da daha küçük olduklarını, diri diri yanarak veya dumandan boğularak öldüklerini biz yavaş yavaş öğrendik.

 

Medya gıdım gıdım sunuyordu olan biteni bize. Vahşetin büyüklüğünü görmemeliydik. On iki yaşında bir oğlan çocuğu ve on beş yaşında bir kız çocuğu –iki kardeş- sarmaş dolaş can vermişlerdi mesela. Önce bir suçlu bulunmalıydı.

 

Biz o sabah Fransızca dersindeyken henüz bu ayrıntılardan haberdar değildik. Ne tartışıyorduk, ne diyorduk, nasıl diyorduk, yabancı bir dile sığınarak dehşetin kanımıza karışmasını geciktirmeye mi çalışıyorduk bilmiyorum, hatırlamıyorum.

 

Feride Çiçekoğlu’nun kalem tutan eli titriyordu. Bir onu hatırlıyorum.

 

Söylenmeyen çok şey vardı. Söylenen de çok şey vardı. Hangisi diğerinden acıydı bilmiyorum.

 

Söylenenlerden başlayayım.

Çiçeği burnunda kadın başbakanımız Tansu Çiller çoktan gaflarıyla ünlenmişti. Mesela “Maocu muhalefet” yerine “Taocu muhalefet” derdi. Sonra bir konuşmasını “Cenab-ı Allah’ı sizlere emanet ediyorum” diye bitirmişti. Bu olaylardan bir süre önce Sivaslılara “Bu bacınız Sivas’ı il yapsın mı?” diye sormuştu. Sivas zaten ildi.  (Evet genç dostum, biz o zamanlar televizyon önünde epey eğlenirdik, keşke sen de bizimle olsaydın. Kim bilir ne fırlama caps’ler çıkarırdın!) Ama gaflarının zirvesini Madımak Oteli’ndeki can verenlerin etinden kemiğinden hâlâ duman tüterken ettiği “Çok şükür, otelin etrafındaki vatandaşlarımıza hiç bir şey olmamıştır,” sözüyle yaptı.

 

Evet, doğru okudun. Aynen böyle dedi:

 

“Çok şükür, otelin etrafındaki vatandaşlarımıza hiç bir şey olmamıştır.”

 

Gerçi şimdi sen haklı olarak “o da bir şey mi” diye omuz silkiyorsundur. Sivas Katliamı davası 2012’de zaman aşımına uğrayıp düşünce ve bütün o katiller (zaten çoğu firar etmişti) serbest kalınca “bu karar milletimize hayırlı olsun,” diyen bir başbakanı da gördün sen.

 

Zamanın Cumhurbaşkanı Demirel “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş,” diye beyanda bulundu. Pek severdi öyle münferit, mütemadi, fevkalade, fuzuli gibi sözleri (taze) rahmetli. Münferit tekil demek, içinde fert barındıran bir sözcük. Yani “genele yaymayın, büyük sonuçlar çıkarmayın, kendi başına bir olay işte” demeye getiriyor. Ondan sazı alan İçişleri Bakanımız Mehmet Gazioğlu da, “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” diye buyurdu.

 

Rahatladın mı halkım? Bak tahrik varmış. Bir suçlu bulduk. Kim olduğunu hatırlamadığım birinin –hiç utanmadan- söylediği gibi masumların ölmesinin suçlusu da, sorumlusu da Aziz Nesin’miş.

 

Sen hiç Aziz Nesin’in kitabını okudun mu sevgili genç dostum? Zehir gibi çalışan bir kafası vardı, çok ama çok komikti, halimizin karikatürünü kalemiyle çizerdi. Onun sesini kitaplarından duyduktan sonra onu sevmemene imkân yoktu. Hele ki çocuksan… Hele ki çocukken Şimdiki Çocuklar Harika’yı okumuşsan, o beyaz saçlı amcanın seni ana-babandan daha iyi tanıdığını bile düşünebilirdin. Satırlarında sevildiğini hissederdin. Bizim kuşağımız için Aziz Nesin öyle bir yazardı işte…

 

Halkı nasıl tahrik etmiş biliyor musun? Salman Ruşdi’nin Şeytan Ayetleri kitabını Türkçe’ye tercüme etmeye niyetlenerek… Şeytan Ayetlerini biliyorsun, Hazreti Muhammed’e hakaret ettiği gerekçesi ile zamanın İran lideri Humeyni, Rüşdi’nin katlini vacip ilan etmişti hani. O kitap işte. Aziz Nesin bir yazara yapılan haksızlığa başkaldırmak, edebiyatın arkasında durmak adına Şeytan Ayetleri’ni Türkçe’ye çevirmek istediğini bir söyleşide dile getirmişti.

 

Tahrik buydu.

 

Bir de söylenmeyenler vardı tabii…

 

Mesela Madımak Oteli’nde kalanların Pir Sultan Abdal şenliklerine katılmak üzere Sivas’ta bulundukları. Pir Sultan Abdal Sivas civarında yaşadığı tahmin edilen bir halk şairi ve ozanıdır. İlahiler yazar, söylermiş. Alevidir. Aleviler için ulvi bir yere sahiptir. Şenliğine katılanlar söyleşmek, kitaplarını imzalamak, beraber şiir, türkü okumak için bir araya gelmişlerdi. Büyük çoğunluğu Aleviydi. Hiç birinin oteli saran eli sopalı, benzin bidonlu, onları cehennem ateşinde yakmaya ant içmiş kalabalığa karşı direnecek silahı yoktu.

 

Demirel’in “münferit” olayının manzarası biraz daha belirdi mi şimdi?

 

Genç dostum, inan ki sana tarih dersi vermek için yazmıyorum bunları. Aslına bakarsan son derece bencil sebeplerden yazıyorum. Sen de biliyorsun daha biz doğmamışken 6-7 Eylül olayları olmuş, İstanbul’daki Rumların dükkânlarına saldırılmış, evlerine girilip kadınlarına tecavüz edilmiş… Halk o zaman da yine “tahrik” olmuş. Sonra başka bir olay: Sen hâlâ doğmamıştın, ben dört yaşındaydım, Kahramanmaraş’ta Kürt-Aleviler katledildi. İnsanlar yine “tahrik” olup, galeyana gelip çoluğun çocuğun gözünü oymuşlardı. Mecazi olarak söylemiyorum. Sahiden gözler oyulmuş. Yedi gün boyunca bir çoğu çocuk yüz elli kişi öldürülmüş, evler yakılmış.

 

Bunları duymak bir türlü, yaşamak başka türlü sevgili genç dostum. Ben Maraş Katliamı sırasında çok küçüktüm, çok kötü bir şeyler olduğunu havadaki gerginlikten ve yine televizyonda söylenmeyenlerden anlıyordum ve sadece korkuyordum. Çocukken kötülüğün bittiği bir dünyaya geldiğimizi umarız. Kendimizi güvende hissetmek için ihtiyaç duyduğumuz bir inançtır bu. Savaşlar, kıyımlar, soykırımlar bitmiş, düşman ülkeden temizlenmiş, barbarlık bitmiş ve biz doğmuşuzdur. Aksini bize hissettiren şeylere karşı bilincimizi kapatırız. Bir çeşit hayatta kalma mekanizması.

 

Sonra bir gün, kötülüğün hemen oracıkta kapının dışında “yakın kâfirleri” diye haykırarak yaklaştığını görürsün. Geçmişte olmuş bitmiş bir katliama dair şeyler okumak acılıdır ama onu gün be gün yaşamak çok başkadır. Sen doğmadan önce ya da çok küçükken olmuşsa bir olay, korkusu, utancı bilinçaltına sızar belki ama vicdanın temiz kalır. Ama her sabah kapıcının bıraktığı ekmeğin yanındaki gazetede yanmış insanların fotoğrafları ile karşılaşınca, duvarları alev almış odalara sıkışmış çocukların seslerini televizyondan duymaya başlayınca, o katliam bir bakıma senin olur, derinden içeri girer, bilicine yerleşir.

 

İnsan kötülüğün yüzüne öyle yakından bakınca masumiyetini birden yitiriverir.

 

2 Temmuz 1993 günü biz masumiyetimizi yitirdik.

 

Biz kısmımız kötülüğü bir gruba mal edip (onlar kötü, biz iyi) masumiyeti geri kazanmaya çalıştılar. Bir diğer kısmımız ise kötülüğün yüzünde insanı gördük. Kötülük yüreklerde bir tohumdu. Uygun koşullarda arsız bir ot büyüyordu. Bir gruba, inanca, millete ait olamazdı, insana aitti. Çok acıydı. Onun yüzüne bakıp da hiç bir şey yapamamak en acısıydı.

 

İşte o yüzden, bir kısmımız ancak ve ancak bu dehşeti bizden sonrakilere aktarabilir ve toplumun hafızasında tüm hisleri ile muhafaza edebilirsek, belki o zaman masumiyetimizi geri kazanacağımıza inandık.

 

Sana yazmam işte bundandır genç dostum.

 

Madımak’ı Unutmayasın diye…

 

Not: Bu arada Salman Rüşdi hâlâ korumalarla yaşıyor, Aziz Nesin Sivas Katliamından iki yıl sonra öldü, Şeytan Ayetleri Türkçeye hâlâ tercüme edilmedi.)

 

Ana görüntü Bianet’in haberinden

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YTrump Başkan Olduğu Gün Ne Yapıyordun?
Trump Başkan Olduğu Gün Ne Yapıyordun?

Torunlarımız “nineciğim, dedeciğim Donald Trump ABD’nin (dünyanın) başına geçtiğinde sen ne yapıyordun,” diye soracaklar

MEYDAN

YKızlı Erkekli Yaşıyoruz da Orgazm mı Oluyoruz Sanki Sayın Başkanım?
Kızlı Erkekli Yaşıyoruz da Orgazm mı Oluyoruz Sanki Sayın Başkanım?

Dilediğimiz erkekle yatma özgürlüğüne sahip olsak da orgazm oluyor muyuz? Olmuyorsak bunu hiç konuşuyor muyuz? Yoksa zevki erkeklere mal edip, sevgilinin kollarında uykuya dalmayı bütün zevklerin ötesinde bir zevk olarak mı tanımlıyoruz? Kaç kadın orgazm ile biten ya da orgazm içeren bir sevişmenin en doğal hakkı olduğunu düşünerek sevişiyor?

MEYDAN

YMarjinalin Masumiyeti
Marjinalin Masumiyeti

Kadınlı erkekli, insan bedeniyle, hazla, neşeyle, rengârenk, çok sesli bir yaşamı hak ettiğimize inanıyor, sosyal medyadan mahrum yaşadığımız o yıllarda, kendi bedenimiz üzerinden verdiğimiz mesajlarla kafa dengi insanlarla bir araya gelmeye çalışıyorduk. Zaman yarım kuşak atmışken, Gezi kadınlarının özgürlük feryadından güç alıp da sokaklara fırlayan bizler nihayet meydanlarda buluştuk.

MEYDAN

Yİnsanlık Ayıbı
İnsanlık Ayıbı

Anlatacağım hikaye İstanbul’un iyi, çok iyi okullarından birinde geçiyor. Okul Nişantaş’ın göbeğinde, eğitimli, kültürlü, ilerici, modern ailelerin çocuklarını göndermeyi seçtikleri, disiplini ve zorluğuyla ünlü bir okul.

Bir de bunlar var

Ölümcül Alışkanlıklar: Erken Modern Osmanlı Toplumunda Livata, Hukuk ve Cemaat İlişkileri
Hayvan Çiftliği: George Orwell Aslında Ne Kastetmişti?
8 Mart 1979, Tahran

Pin It on Pinterest