“Benim adım Zora, alt kattaki komşunuzum ve partizanım.”

ECİNNİLİK

Zora Partizanka!: Saraybosna’dan Bir Şafak Türküsü

 

“Benim adım Zora[1], alt kat komşunuzum ve partizanım[2]” diye tanıtmıştı ilk kendini. Haftası geçmeden de kahveye geldi. Daha bir çok kahvelerimiz oldu sonra. Saraybosna-Višnjik (vaktiyle etrafta bolca bulunan vişne bahçelerinden mülhem bir semt adı) günlerimin en şık ve şahane komşusuydu. Zlatna Džezva (“Altın Cezve”) ve Minas marka kahvelerin Bosna’nın en iyileri olduğunu ondan öğrendim. Asla “bu son kahve” denmemesi gerektiğini de (Bosna’da bu “hayattaki son kahvem” yani “hayatın sonu” demek). Desanka Maksimović’in[3] harika şiirlerinden dizeleri, İkinci Dünya Savaşı’nda aralarında kendisinin de olduğu partizanların Belgrat’ı Almanlara karşı nasıl savunduğu hikayelerini (“Bosna’da fazla birşey olmadı” diye eklerdi her seferinde), Bosanski kolo (halay) figürlerini bu sohbetlere maharetle serpiştiren de oydu. Kanepeden fırlayıp önündeki sehpayı dolanıp sağa sola adım atacak yeri kolo adımlarıyla ne ara, nasıl yarattığını bilemezdiniz. İncecik bileklerinden yukarı doğru delişmen bir genç kız neşesi çıkarırdı bedeninden. Bitmez okul dersleri ve ev işleri arasında ne yapıp edip hırsızlama yarenlik eden iki genç kız muhabbetine çevirirdi kahve sohbetlerimizi. Ustaydı! Bir fincan kahvenin hatırını, dedikodu yapmadan başkalarından söz etmeyi, kahırlanmadan ağlamayı, gözyaşlarını derdinden de neşesinden de esirgememeyi, hocanım havasına girmeden öğretmeyi, bugünü boşa çıkartmadan eski günleri özlemle yad etmeyi, delimsek algılanmayı göze alacak kadar renkli şeyler giyip, takıp takıştırıp hanfendiliğinden olmamayı, pavlakaya[4] süt katıp onu hem hafifletip hem çoğaltmayı, suyunu ve tuzunu kaçırmadan ıspanaklı böreğin hasını yapmayı, dondurmayı külahından yalarken yanlarından akan her bir damlanın hakkını vermeyi, beresinin dışına taşan perçemlerinin her birine şekil yapmayı, gözlerine yılların getirdiği matlığı delen ışıklar saçarak bakmayı, kapının önünde oynayan çocukları sıkmadan, oyunlarını bozmadan sataşmayı, köşe başındaki marketin tüm çalışanlarının isim ve hikayelerini, şehrin tüm sokaklarının eski yeni adlarını ve daha bir çok şeyi… en iyi o bilir, en güzel o anlatır, o yapardı.

 

Çok yakınmazdı ama apartmandaki diğer komşulardan yana dertliydi. Bir tek kedisine kötü davrandıklarında çok söylenir, bazen de çığrından çıkardı. Komşular yüzüne pek birşey demez ama onu aralarında istemezliklerini, binada tek dişi kalmış neşeli yaşlı partizan kadın bir başınalığını çekememezliklerini kedisine yansıtmakta beis görmezlerdi. Kedisi için kapı önüne bıraktığı mama kasesini devirmek, hayvanı kovalamak, canını yakmak… Zora kapısının önüne çıkıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladığında tek bir komşu olsun karşısına çıkmaya cesaret edemez, bir tek kapı kazadan olsun aralanmazdı o zamanlarda. Kapılar onun sesiyle sırlanırdı adeta; işine giden işinden, markete giden alışverişinden, oyuna inecekler oyunundan olurdu bir süre. Güvercin sığınağına dönüşmüş tavanarasından yayılan ağır kokular bile aşağı katlardan yükselen yemek kokularına karışmazdı sanki o zamanlarda. Binada her şey avazının çarpacağı, yankılanacağı, boğumlanacağı ve bir süre asılı kalacağı bir kitleye dönüşürdü. Zora hayatı, muhabbeti akıttığı gibi durdurmasını da iyi bilendi ama. Esip yağmayı tadında bırakmayı da bilirdi. Kapısını örter bir süre görünmez olurdu.

 

Bir de mahallenin bazı çocuklarından yana epey dertliydi. Apartmanın arka bahçesinde toplaşıp onun penceresine doğru “četnikuša četnikuša[5] diye bağırırlarmış, öyle söylerdi. Ben hiç tanık olmadım ama arada bir eski partizan şarkıları kasetini sonuna kadar açıp pencereden arka bahçeye yayın yapması meğer ondanmış. Marş na Drinu (Drina Marşı), Ide Tito preko Romanije (Tito Romanija Dağlarından Geçiyor), Oj Kozaro…peşpeşe patlatırdı. Apartmanın arka tarafında, garajların bitiminden aşağı inen merdivenli yolun iki yanındaki çamlarla kaplı minik koruda geceleri damarlarına bir şeyler salan ergenlerden kalan enjektörlerin üzerine yağardı o kitlesini yitirmiş coşkulu tınılar. Gospon Mirko’nun (Mirko Bey) garajda duran ve biteviye ilgi isteyen eski beyaz vosvosunun üzerine de düşerdi. Mirko başındaysa arabanın, başını dahi kaldırmazdı mesela. O an dünya yıkılsa, Zora’nın marşlarla çağırdığı ex-Yugoslavya mezarından çıkıp gelecek olsa, o yine arabasına oturur, oradan el sallardı sanırdınız. Nezaketten ya da dellenen kişiden korkudan gibi gelir ama tam olarak öyle değil. Saraybosnalılar kamuda arada bir deliren, kendini kaybedip orada burada bağıran, dağıtanlara karşı saygılı ve ezik bir sessizliğe bürünme bilgisiyle donanımlıydı. “Her an birimiz delirebiliriz” sükûtuydu bu biraz. Ferhadija Caddesi’nde (eski adıyla “Vase Miskina”) ayaküstü hukuk ve siyaset dersleri anlatan emekli hukuk profesörü merhum Skendo (İskender adının kısaltması) ile yine aynı caddenin şık silüetlerinden kulağı küpeli -adını şimdi unuttuğum- Bolşoyla da dans etmiş emektar balet, Başçarşı’daki Sebil’in etrafındaki kafanaların (kahvehane) müdavimi, saçları çocukluğundan hatırladığı bir sütçü atının rengarenk boncuklu yeleleri gibi olsun isteyen Nura mesela, tam zamanlı ve en saygı duyulan “başka” suretleriydi şehrin. Ama herkes bir gün, bir yerde, yoldan çıkabilirdi, ta içlerinden bunu bilir, sezer, önlerine öyle bakarlardı.

 

Zora’ya dönecek olursam, birazını başka vesilelerle duyar, hisseder de bu ağır “četnikuša” ithamına “mahallenin çocukları” diye, şuuru henüz gelişmemiş ve yaptıklarından tam sorumlu tutulamayacak bir anonim beden kendi mi biçer, uydururdu, tam kestiremiyorum. Koyu lila rengi sabahlığı ve özenle taradığı güzelim beyaz perçemleri kenarından fışkıran renkli saç bandıyla penceresine dayanıp, aşağıdan seslenen kendini bilmez bir aşığa dersini verir gibi mi olurdu ya da tedavülden kalkmaya yüz tutmuş bir vatandaşlık terbiyesi miydi onunki, onu da kestiremiyorum ama kuşkusuz ki o, bir yanıyla pencere yayınlarına gönülden bağlıydı. Sözünü ettiği “çocuklar” başkalarına görünsün görünmesin, o estikçe duyuruyordu dünyaya: “Ben varım, buradayım, Yugoslav ve partizankayım!” Yugoslavyasız kalmış bir Yugoslavdı o.

 

Savaştan sonra artık topu Müslüman Boşnak olan apartmanda, kendisi dışında herkes onu aralarındaki Sırp’tan ve “četnikuša”dan başka biri olarak görmüyordu korkarım (görüştüğümüzü bilir bana fazla söylemez ama bir biçimde istemediklerini hissettirirlerdi). Kapısını pek çalan da yoktu, doğruydu. Ben sayılmazdım, apartmanın yabancısı, komşudan hayli eksik, elden belki biraz fazlasıydım. Savaştan sonra İslam’a geçen, adını değiştiren ama ne yapsa kimseye eski adını da kimliğini de unutturamayan Amina da sayılmazdı. Zora doğrudan demezdi ama onun markete bile kocasız gidemez halinden haz etmediği aşikardı. Ayrıca ona göre Amina korkusundan şaşırmış, Sırplık ya da din değil mesele, asıl ve “fenası” Yugoslav olmayı bırakmıştı.

 

2008 yılının ilk sabah kahvesini birlikte içtik. Bana savaştan sonra dünyanın dört bir yanına saçılan çocuklarının, torunlarının resimlerini gösterdi. “Benim hanedan” diyordu, her birinde birbirinden şık ve neşeli olduğu güzel fotoğrafları gösterirken. Üç evlilik geçmişti başından. İkisi Ortodox, biri de Müslüman Boşnak. O gün ne tacizkar çocuklardan ne de kedisinden söz etmedi, yeni bir derdi vardı: böcekler. Her gece duvarlarında gezinen böcekler. Halüsinasyonlar görmeye başlamış olabileceğinden şüpheleniyordu. Beni evine götürdü ilk kez, böceklerin varlığından emin olmak istiyordu. O zamana kadar neden hiç buyur etmediğini anladım (çok dağınıktı evi ve bin kere özür diledi o haliyle, tarifsiz mahcup oldum). Etrafta böceklerden eser yoktu ama asıl pencerenin olduğu duvara yaslı duran minik ceviz konsol üzerindeki deri kaplı, kapanınca çanta olan eski teyple oynamaya başladık ikimiz de. Ne o sordu böcekleri ne de ben söyledim. Nada Mamula’dan[6] eski bir kaset koydu teybe, pencereden dışarı salmadan birlikte dinledik.

 

Dün gece ben ve komşum

Kapıya çıkıp söyleştik

Çamlara baktık bir süre. Kahveye koymak için ısıttığımız süt taştı, oda yanık yanık koktu.

 

O günden sonra her yılın ilk sabah kahvesini içerken tepsiye bir fincan da Zora için koyarım. Şahane Yugoslav, biricik komşum Zora partizankayı çok özledim.

 

 

—————————————————————————————————————————————————

 

[1] Sırp/Hırvat/Boşnak dilinde “şafak” demek.

[2] 2.Dünya Savaşı’nda Doğu Avrupa’da Alman ve İtalyan işgaline karşı kurulan silahlı direniş örgütleri.

[3] 1898-1993 yılları arasında yaşamış Sırp asıllı Yugoslav kadın şair ve lise öğretmeni.

[4] Bölgede çok tüketilen, yoğurtla kaymak arası ekşi krema.

[5] 2.Dünya Savaşı ve son Bosna Savaşı’nda son derece etkili olan aşırı milliyetçi Sırp paramiliter örgütlere mensup kimse. Boşnak dilinde zamirler ve nesneler cinsiyetlidir, o nedenle “četnikuša” kadın četnik anlamına gelir.

[6] Saraybosna Radyosu’nun popüler şarkıcılarından, 1927 -2001 yılları arasında yaşamış Belgrat doğumlu, Bosna sevdalinkaları (aşk şarkıları) ile ünlü kadın sanatçı.

 

 

Fotoğraf: Apen (Carmen) Ruiz. Saraybosna, Temmuz 2008.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

TARİH

YSeher’in Ƨ’si
Seher’in Ƨ’si

Kim bilir belki de o ters “S” harfi, hikâyeleri tersinden yazmak gerektiğine dair bir işaretti. Kadının tarihe, yazıya, siyasete ve hayatın her alanına sinmiş aksanlı varoluşuna dair bir iz.

KÜLTÜR

YVasistaslara Bakmak: Trapezci Kızla Annesi
Vasistaslara Bakmak: Trapezci Kızla Annesi

Şiir yazmayan ama varoluşuyla şiir eyleyen mevcudiyetler vardır hayatta.

Bir de bunlar var

29 Şubat ile İlgili Bilinmeyen bir “Gerçek”
Naomi Campbell ve Kate Moss: Bir Dostluk
Özgürlüklere Açılan Kapı İsmail

Pin It on Pinterest