“Bilge mağaraya dönmeli ve orada harekete geçmeli. İktidara sahip olma hırsı taşıyanların değil, onu reddedenlerin iktidarı idare ettiği aşamaya gelmeliyiz.”

TARİH

“Ön yargıdan azade bir isim”: Simone Weil

Simone Weil, hayatı ve çalışmalarıyla okudukça daha çok merak ettiğim birisi oldu. Yaşam öyküsünü kısaca anlattıktan sonra, çalışmalarından bölümlere bakacağımız bir yazı daha olsun istedik.  

 

24 yaşındayken lisede verdiği derslerin notlarından oluşan Felsefe Dersleri’nden aklımda kalan bölümlerden biri, kitabın sonunda Çeşitli Konular kısmındaki intihar başlığıydı. İntihar çeşitlerini tanımlamıştı Weil: vicdan meselesi olarak intihar, şeref için intihar, fedakârlık yoluyla intihar ve çaresizlik yoluyla intihar. Fedakârlık yoluyla intiharı şöyle anlatıyordu: 

 

“Burada kişi yaptığı şeye inanır, başkaları yaşayabilsin diye kendini öldürür. Fedakârlık yoluyla intihar eylemleri başkasının uğruna yapılabilir; o kişinin hayatının kendi hayatından daha değerli olduğu varsayılır ya da bir topluluk için yapılabilir, ülkesi veya kilise adına. Öyleyse hali hazırda bir çaresizlik vardır: Kendi hayatımızın değerini başka bir şey için inkâr ederiz.”

 

Simone Weil’ın ölümü intihar değildi ama kötüleşmiş veremine aldırmadan açlık grevine girmişti. Açlık grevi olmasaydı tedavisi nasıl sonuçlanacaktı bunu bilemeyeceğiz fakat bu son greviyle ölümünü hızlandırdığını söyleyebiliriz. Fransa’daki yurttaşlarının yiyebildiğinden daha fazlasını yemeyi reddetmiş, tam da ondan beklenecek şekilde, kendi hayatından daha değerli gördüğü bir ideal uğruna grev yaparken hayatı sona ermişti. 

 

Açlık grevi esnasında Londra’da yazdığı Kişi ve Kutsal, Weil’ın son yıllarından bugüne ulaşan bir mesaj. İşgal altında ezilen ülkesi için kendini feda ederken Kişi ve Kutsal’da modern dünyanın kişiselci düşünce biçimini, kutsal olanın ne olduğunu ve kişiliğimizle alakası olup olmadığını sorguluyor.  Hak ve kişilik kavramlarını eleştiriyor. Murat Erşen çevirisiyle VakıfBank Kültür Yayınları’ndan çıkan kitap, Giorgio Agamben’in önsözüyle başlıyor. Agamben, Simone Weil için, “Kuşkusuz o yıllarda, Avrupa’daki siyasi durum hakkında önyargılardan bu kadar azade başka bir zihin yoktur. Öyle bir zihin ki hem Marksizmin ve işçi hareketinin çelişkilerini ve yetersizliklerini hem demokratik kurumların mutlak uyumsuzluğunu hem Nazizmin önlenemez yükselişini hem de Bolşevikliğin tiranlığa dönüştüğünü teşhis etmeye muktedirdir,” diyor. Aynı zamanda Agamben, Weil’ın Almanya üzerine yazdığı, La Révolution Prolétarienne dergisinde yayımlanan siyasi makalelerinin çağdaş siyasal gazetecilikte eşi benzeri olmadığını ekliyor.

 

Simone Weil, yaşamının son yılında yazdığı kitabında hak kavramını doğuran kişiliği inceliyor. İnsanda kutsal ve dokunulmaz olan nedir, kişiliğinin parçası mıdır yoksa bir sonucu mu? Yoldan geçen birinin gözlerini oymamıza engel olan şey, kişiliğinin kutsal olduğuna inanmamız mıdır? 

 

Weil’a göre şüphesiz her insanda kutsal bir şey var ama kutsallığımızın kaynağı “kişisel olan” değil. Yoldan geçen birini düşünün diyor Weil, onda kutsal olan şey ne kişiliği ne de insani kişiliktir. Eğer öyle olsaydı, diyor, kolayca gözlerini oyabilirdik ve insani kişiliğinden bir şey kaybetmezdi. Oysa kutsal olan, kendisidir. Tamamı. Kolları, gözleri, düşünceleri, her şeyiyle. Filozofa göre kutsal olan kendisidir, o insandır ve insani kişiliğiyle kutsallığının hiçbir ilgisi yoktur.

 

“Kutsal olan, kişi olmak şöyle dursun, bir insanda kişisel olmayandır. İnsanda kişisel olmayan her şey kutsaldır ve tek kutsal budur,” diyen Simone Weil, insani kişiliğe duyulan saygıyı tanımlamanın imkânsız olduğunu söylüyor. Tanımlanamaz ve kavranamaz bir mefhum olduğu için, bunun üzerine genel ahlak ölçütü kurmanın tiranlığın kapılarını araladığını düşünüyor. Dünyanın 1789’da tanıdığı haliyle hak kavramının, modern kişiselci düşünceye dayandığı için işlevini yerine getirmekten aciz olduğunu dile getiriyor.

 

Yoldan geçen insan örneğine geri dönelim: “İşte sokaktan geçen biri; uzun kolları, mavi gözleri, bihaber olduğum ama belki de basmakalıp düşüncelerin geçtiği bir zihni var. Benim için bütünüyle kutsal olsa da her bakımdan ve her açıdan kutsal değildir. Kollarının uzun, gözlerinin mavi, düşüncelerinin belki de sıradan olması itibariyle kutsal değildir benim için. Ya da sözgelimi dük ise, dük olduğu için değildir kutsallığı. Çöpçüyse, çöpçülüğünden dolayı da değildir.”

 

Peki insanı kutsal yapan şey kişilik değilse, nedir? 

 

Kutsallığın tek kaynağının iyi olan olduğunu söylüyor Weil ve bu iyi olanı şöyle tanımlıyor: “Bebeklikten mezara kadar, her insan evladının yüreğinin derinliklerinde, işlenen, maruz kalınan ve tanık olunan cürümün deneyimine rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti vardır. Her insanda kutsal olan, her şeyden önce, işte budur.”

 

Oysa hak taleplerinde kalpteki hep iyilik bekleyen bu derin ve çocuksu taraf söz konusu değildir. Sahip olduğumuz haklar, düşünürün şiddetle karşı çıktığı üzere kişiliğimizden doğar. Dolayısıyla Weil’a göre hak kavramı temelden sorunludur ve bu sistemle adaleti sağlamamız mümkün değildir. 

 

Simone Weil’ın sıradışı kutsallık tanımı insanı düşünmeye teşvik ediyor. Gerçekten karşımıza ansızın çıkan birinin gözlerimizi oyacağına değil yanımızdan geçip gideceğine olan inancımız daha güçlüdür. Fakat bazı toplumlar ya da kimlikler için bu örneği düşündüğümüzde nasıl bir sonuca varıyoruz? Bizi kutsal yapan tek şey karşı taraftan iyilik bekleyen yanımızsa, geceleri sokakta her adımını korkuyla atanlar için kutsal yanını beslemek ve hayatta tutmak biraz daha zor. 

 

Kutsallık kavramı, demokrasiye yöneltilen eleştirinin de temeli oluyor. Düşünüre göre, kötülüğe karşı çığlık atan tek parçamız, kalbimizin bu kısmıdır. Kutsal olan yanımız ifade özgürlüğüne ihtiyaç duyan yanımızdır fakat meramını anlatmayı beceremediğinden özgürlük onun için anlamlı değildir. Genel eğitim sistemi ve o güne kadarki ömrümüz konuşması gereken tek yanımıza susmayı öğretmiştir. Tek sorun ifade özgürlüğü de değildir, bu “zayıf ve beceriksiz çığlığın” duyulması için sessizliğe yer veren bir rejim gerekir. Gerçek hayatta ise, tek derdi hükmetmek ve iktidarı muhafaza olan partiler bu çığlıkta gürültüden başka bir şey duymaz. Simone Weil: “Biz Fransızların demokrasi dediği şeyde durum budur. Zira bundan başkasını bilmiyoruz. O halde başka bir şey icat etmek gerekir,” diyor. Ayrıca kişilik kavramını eleştirip ben olmakla ilgili sorunları ortaya koyarken biz olmanın ne kadar tehlikeli olduğunun da altını çiziyor. Topluluklara kutsallık atfetmenin, tüm zamanlarda, tüm ülkelerde en yaygın suç olduğunu söylüyor ve “Topluluk kutsala yabancı olmakla kalmaz, onun sahte taklidini sağlayarak yanlış yola saptırır,” diyor.

 

 Simone Weil’ın Felsefe Dersleri’ndeki Teolojik Ahlak kısmından da bahsetmek istiyorum. Dogmalara inandığı gerekçesiyle felsefe tarihinde görmezden gelinmesi ve muhafazakâr görüş tarafından yanlış biçimde benimsenmesi bir yana, Weil’ın esas amacı Platoncu görüş ile Hıristiyanlığı birleştirmekti. Ahlaki buyrukları dinle açıklamanın cazibesini anlatırken, Tanrı’yı polis memuru yapan bir düşünceyle erdemli davranışlar sergilenmeyeceğini söylüyordu. Weil’a göre gerçekten erdemli olabilmemiz için başımızda bir polis memuru olmamalı. Sokrates’ten alıntıladığı, “dindar bir adamın dindar olduğunu, tanrılar onu onayladığı için mi söylersiniz; yoksa tanrılar onu dindar olduğu için mi onaylıyor?” soruyu şöyle açıklıyor: ahlaki yasayı Tanrı ispatlamaz, Tanrı’yı ahlaki ideal ispatlar. Ahlakı teoloji üzerine kurmaya yönelik her girişimin hem ahlakı hem de teolojiyi yok ettiğini söylüyor ve Claudel’den alıntılıyor: “Biz olmadan hiçbir şey yapamayacağına göre, Tanrı’dan daha zayıf ve daha az güçlü olan ne var?”

 

Weil’ı sıradışı yapan fikirlerinden biri de İsa’nın dirilişini reddetmesiydi. Hıristiyan cemaatinin tam olarak parçası olamayışının nedenlerinden biri  tanesi bu. İncil hakkındaki düşüncelerine aldığı tepkilerin, Tanah’ı eleştirdiğinde karşılaştıklarından aşağı kalır yanı yoktu. Ümid Gurbanov’un dilimize kazandırdığı Palle Yourgrau’nun Simone Weil kitabının son bölümü bu konuya ayrılmış. Simone Weil’ın Marsilya’da tanıştığı Peder Joseph-Marie Perrin’e yazdığı mektuplardan kitaplaştırılan Letters to a Priest, diriliş konusu da dahil olmak üzere Katolik inancı, dogma ve kurumlar hakkında önemli düşünceler barındırıyor. Bu mektuplardan birinde: “İncil, İsa’nın dirilişi hakkındaki bahisleri içermeseydi inanç benim için daha kolay bir hal alırdı. Haç, tek başına yeterlidir,” diyor. Hıristiyanlar için dinin en önemli noktalarından biri olan diriliş fikri, Weil’a göre hatalı bir anlayıştı. Çünkü onun için İsa’nın zayıflığı ve ölümü, gücü ve dirilişinden daha önemliydi. “Çarmıh’taki ölüm Diriliş’ten daha ilahidir,” diyor ve ona şiddetle karşı çıkan rahiplerin yanlış yere vurgu yapıp İsa’nın esas anlamını kaçırdığını dile getiriyordu. Ona göre İsa’yı kutsal yapan diriliş, yani kişiliğinin bir parçası değil hepimiz gibi ölümlü olması ve çarmıhta can vermesiydi. Gerçek bir mistik olan Weil’ın tanrıyla kurduğu ilişki ve inanma şekli dogmaları yıkan türden. Hıristiyan kültürüne ne kadar bağlı olduğunu her fırsatta dile getirirken, rahiplerin sorgulanamaz kıldığı şeyleri tartışmaya açarak onları şaşkına çeviriyor. 

 

Simone Weil’dan bahsetmeyi Felsefe Dersleri’nde yer alan mağara alegorisi yorumuyla bitirmek istiyorum: “Bilge mağaraya dönmeli ve orada harekete geçmeli. İktidara sahip olma hırsı taşıyanların değil, onu reddedenlerin iktidarı idare ettiği aşamaya gelmeliyiz.” Masallarda ve efsanelerde karşımıza çıkan katıksız iyi kahramanlar her zaman hükmetmekten kaçar. Vicdanlı ve doğruyu yapma derdi olan insanlardır. Yola çıkarken amaçları hiçbir zaman iktidarı ele geçirmek değildir. Hatta buna uygun olmadıklarını düşünürler. Sonra kaderin cilvesi, kahramanlıkları karşılığını bulur ve halk öyle istediği için hükümdar olurlar. En eski hikayelerden, kuzeyin kralı olan Jon Snow’a kadar bir sürü örnek bulabiliriz. İste Simone Weil’ın yaşadığımız sistemin özünde bulduğu sorunlardan bir tanesi de iktidarın her zaman onun için savaşanlar arasında el değiştirmesi. Bu masalsı cümle gerçek olsa ve iktidarı reddedenler tarafından yönetilsek nasıl olurdu acaba?

 

Ana görsel: Simone Weil’ın Fransız direnişindeyken kullandığı kimlik kartı. (Photo12/UIG – Getty Images)

 

Kaynaklar: 

-Simone Weil, Kişi ve Kutsal, VakıfBank Kültür Yayınları, 2018.

-Simone Weil, Felsefe Dersleri, Pinhan Yayıncılık, 2020.

-Palle Yourgrau, Simone Weil, Ketebe, 2019.

-Simone Weil, Letters to Priest, 1953.

-Julia Haslett, An Encounter with Simone Weil, 2010.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YMacaristan’da Feminizm ve Güncel Muhafazakar Politikalar Karşısında Kadın Hareketi
Macaristan’da Feminizm ve Güncel Muhafazakar Politikalar Karşısında Kadın Hareketi

Budapeşte Teknoloji ve Ekonomi Üniversitesi’nde sosyolog Emília Barna'yla konuştuk.

ECİNNİLİK

YInfluencer Nedir, Ne Değildir?
Influencer Nedir, Ne Değildir?

Influencer olmanın bir okulu, kuralı ya da şartı yok. Herkes olabilir. Takipçi kitlesiyle içerik üreticisini ayıran tek şey mecrayı farklı kullanma kararı.

ENGLISH

YOn Women’s Right to Being Lazy: Zsofi and Bori from the “Lazy Women” Team
On Women’s Right to Being Lazy: Zsofi and Bori from the “Lazy Women” Team

Lazy Women is a platform dedicated to all women who have been accused of laziness at least at some point in their lives. It is a platform where you have zero obligations; you can do, think and express whatever you want.

ECİNNİLİK

YKadınların Tembellik Hakkı Üzerine: Lazy Women Ekibinden Zsofi ve Bori
Kadınların Tembellik Hakkı Üzerine: Lazy Women Ekibinden Zsofi ve Bori

Lazy Women sıfır zorunluluğun olduğu, istediğinizi yapabileceğiniz, düşünebileceğiniz ve ifade edebileceğiniz, dünyanın her yerinden kadınlara ifade alanı sağlayan bir platform.

Bir de bunlar var

Okuyucu Şikâyeti I: Beni Tahkire Ne Sebep Vardır?
Jane Eyre’in Yazarından Aşk Mektubu
Gizli Hötölük

Pin It on Pinterest