Görmediği babasının mezarını ve hatırasını arayan Mizgin Müjde Arslan’ın kamerası dizinsel ile temsil dışı/dolaylı bir aralıkta yolculuk ediyor.

SANAT

Ben Uçtum Sen Kaldın

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

 

Nazilerden kaçan mülteci Benjamin’in Fransa ile İspanya arasında bir noktada morfin alarak intihar ettiği söyleniyor. “Düşmana karşı kaybettikleri zaman ölüler bile güvende değildir” diyen Benjamin’in mezarını Hannah Arendt örneğin bulamıyor. Bir sebebi Yahudi Benjamin’in ölümünün kayıtlara Katolik olarak geçmesi ve Katolik mezarlığına gömülü oluşu. Aynı mezarın izinden giden Michael Taussig, Benjamin belki de ilk intihar bombacısıydı diyor. Bu soru da bana Elia Suleiman’ın Chronicle of a Disapperance filmini anımsatıyor, kayıpları kaydetmek muktedirin derdi değil elbette. Muktedire karşı mücadeleyi kaybeden ölüler, arşivlerden de kayboluyor. Ya da kaydedilmemişlik ve arşivsizlik bazen coğrafyanın kendisini iz süren kişi için bir palimpseste dönüştürebiliyor.

 

Benim tarihe merağım babaannemle büyükbabama olan sevgimden ve özlemimden geliyor. Babaannem sinemayı çok severdi, onun evinde her yalnız kalışımda gençliğinde okuduğu dergileri karıştırırken bulurdum kendimi. Belki bunu bildiğinden büyükbabam bana ailenin soyağacını verirken “bizim aileyi sen araştıracaksın,” demişti. Soyu devam etmemiş her bir kardeşin, teyzenin, kuzenin ismini aradığımda baba bildiğim büyükbabamı sanki biraz daha anlıyorum. Fırat suları altındaki o köyün de bir arşivi yok. Ve Fırat bir palimpsest olmak için fazla akışkan, su iz tutmuyor nitekim. Ama kamera tutuyor. Tabii onun tuttuğu kayıt ya dolaylı ya dizinsel. Dizinselken duygusuz kalıyor, anıştırmıyor, çağrıştırmıyor, ruhsuz bir figürü yüzümüze vuruyor. Dolaylıyken de görmeden sevdiğimiz birisine olan arayışımızı örneğin tatmin etmiyor. Ben Uçtum, Sen Kaldın’da görmediği babasının mezarını ve hatırasını arayan Mizgin Müjde Arslan’ın kamerası da işte böyle dizinsel ile temsil dışı/dolaylı bir aralıkta yolculuk ediyor.

 

 

 

 

Bir fotoğraf ile ses kaydı dışında elinde arşiv malzemesi yok Arslan’ın. Sonunda mezarı da bulamıyor. Biz de Mizgin Müjde’nin hüzün ve arayış içindeki gözlerini, babasının arkadaşlarını, manevi kızını, ana-babasını seyreder kalıyoruz. Bu haliyle de film, okunmayı da analizi de bir anlamda reddediyor. Çünkü okunmayı ve analizi değil, pek çok deneysel -ya da değil- kadın filmi ya da sürgün sineması gibi dokunmayı tercih ediyor. [i] Ben Uçtum Sen Kaldın da Laura Marks’ın haptik görsellik (haptic gaze) üzerinden ele aldığı filmleri adeta örnekleyen bir görsel-işitsel akışta.

 

Konuşmaya başladıktan sonra hiç görmediği bir babayı, kayıp bir gerillayı, dil ötesi bir yerden göstermenin de en güzel yolu sanki bu. Arslan’ın hareket halindeki arabanın ya da otobüsün camlarından Mezopotamya’ya kaygılı ve melankolik bakışında hissediyorum ben o kayıp babayı. Araba camına vuran güneş ışığından coğrafyanın ısısını ve canlılığını, zaman zaman sallanan kameradan bozuk yolların verdiği mide sarsıntısını, eskimiş terliklerini sallayan çocuk ayaklarına odaklanan yakın çekimlerden çıplaklığın verdiği duyularla temas eden korunmasızlığı ve oyunbazlığı hissediyoruz. Daha direkt ve dizinsel bir noktadan örneğin Baba Kemal’in fotoğrafından ise, onun nasıl biri olduğunu ya da insanlarda nasıl bir duygu yarattığını tam anlayamıyoruz, yalnızca bir zamanlar gerçekten var olduğunu bilebiliyoruz. Tam da bu nedenle belki Kemal’in babası oğlunun fotoğrafını duvardan indirmiyor ama üzerini örtüyor. Dizinselliği örtülen imge, bu dolayımlı haliyle de seyredende daha yoğun bir etki yaratıyor. Babanın arkadaşları, annesi, manevi kızı ya da eşi Mizgin’e Kemal’i anlatırlarken kameranın aralarına koyduğu boşluktan sanki Kemal bir gelip geçiyor gibi oluyor. İki yaşındayken terkettiği Mizgin’in annesinin, gittiği her yerde kızının ağlama seslerini duyduğunu söylemesi gibi gaipten duyuyoruz babayı da. Bir bedene ve görüntüye ait olmayan sesinin kaydını dinlerken özellikle.

 

Yokluğu kolayca analiz edemiyoruz, analiz ederken zaten bağ kuramıyoruz. Ben de nicedir bana dokunan ve bağ kurabildiğim filmleri seviyorum, sonunda kafamdaki mutlak cevaplarla okumalara tabi tuttuklarımı değil. Dersim’in ağaçları, kuşları, böcekleri ve palimpsesti yanarken uyku tutmamış bir Ağustos gecesinde içimdeki derin yalnızlığa Ben Uçtum Sen Kaldın 11 sene öncesinden yoldaş oldu. Belki okuyana da olur.

 

 

 

[i] Bu konuda film çalışmaları içinde önemli tartışmalar ve kavramsallaştırmalar için bkz. David NormanRodowick, The virtual life of film, Harvard University Press, 2009; Linda Williams, ed. Viewing positions: Ways of seeing film. Rutgers University Press, 1995; Miriam Hansen, Babel and Babylon, Harvard University Press, 1991, Laura Marks, Filmin Teni: Kültürlerarası Sinema Bedenleştirme ve Duyular, çev. Selin Yılmaz, Doruk, 2020.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ENGLISH

YHealer, Rapist and Cult
Healer, Rapist and Cult

What ever happened to Mara Lorenzio?

SANAT

YKadınların Sinema Tarihini Yazmak – 2. Bölüm
Kadınların Sinema Tarihini Yazmak – 2. Bölüm

Bizim arşivde de benimsediğimiz politika, tanınmış sinemacılara değil, unutulmuş isimlere, daha da ihmal edildikleri için özellikle kadınlara ağırlık vermek.

SANAT

YKadınların Sinema Tarihini Yazmak
Kadınların Sinema Tarihini Yazmak

Lumiere’ler "sinemanın babaları"ysa, tabii ki Alice Guy'ı da bunun karşısına koyabiliriz ama bence aradığımız çıkış yolu bu olmamalı.

Bir de bunlar var

Tuğla Kadar Boşluklu, Beton Kadar Soğuk
Bu Hafta Ne Görmeli: Semiha Berksoy’un Gülümsemesi
Evde Tek Başına

Pin It on Pinterest