Bir çok ağır hasta, hapishanelerde, gerçekliğine inanmayı reddedeceğimiz şartlarda yaşam savaşı veriyor. Onlardan çok daha fazla mahkum ise, çıkan her sağlık sorunu ile bir başına baş etme imkansızlığı ile yaşıyor. Yine sobe değil. Sağlık, hapishanede zinhar yok.

MEYDAN

YAZI

Sağlığın Suçu Ne?

 

Sağlıkla saklambaç oynarken onu bulmak için çok yere baktım. Gizlenmesi en muhtemel yer hastane gibi göründü. Hatta gizlenmek bir yana, burada salınarak dolaşıyor olmalıydı. Ama yok, kesin burada değil. Hastane daha çok hastalığın, tedavinin, ilacın, yoğun bakımın, hafif bakımın ama hastaya bakımın olduğu bir yer; sağlığın değil. Hastanenin, daha doğrusu hastalıkların böyle ayrı düşmesi başka bir konu, ayrıca bahsedilir ondan ama ben bu aralar daha çok sağlığın uğramadığı başka bir mekana merak saldım: hapishaneler.

 

Hasta mahkumlar ara ara haberlerini okuduğumuz bir ‘konu’ oluyor. Oluyor da bu haberler iyileşme ya da tedavilerin veriliş şekilleri, yapılan kolaylaştırıcı düzenlemeler hakkında değil tabii. Daha çok ölüm haberleri, aradığınız tedaviye nasıl da ulaşılamadı haberleri ya da skandal tadında imkansız varoluşlar duyuyoruz: tecrit hücresinde bir onkoloji hastası, yoğun bakımda eli kelepçeli yatan hastalar, kalp krizi geçirdiği günlerce anlaşılmayan mahkum…

 

İçinde bulunduğum tıp eğitim ortamı için konuşabilirim ki buralarda, böyle şeylerin pek mevzubahis edilmediği yerçekimsiz sürtünmesiz ortamlarda olaylar gelişiyor. Ayrı tutabileceğimiz dersler, alanlar tabii ki mevcut fakat genelde, gayret gösterip kovalamazsan ‘Bak dünyada neler oluyor’ diye işaret eden oluşumlar o kadar da ortalıkta değil. Tıbbın başlıca sorunlarından biri kendisine ana tema olarak sağlığı değil de hastalığı seçmiş olması. Bu durum tıp alanını daha ‘özel’ ve anlaşılmaz kılmakla birlikte, tıbbın yararını da azaltıyor. Bu alan içerisinde ilgi odağı olan, üzerinde çalışılan, öğretilen ya da konuşulan şeyler nadir hastalıklar ve onların son teknoloji araçlı teşhis ve tedavileri oluyor. Oysa çok revaçtaki bu konulardan bahsetmeden önce her hoca, sağlığın sosyal olarak belirlenen, insanın yaşam koşullarından, ekonomik, sosyal durumunun yanı sıra cinsiyeti, etnisitesi gibi faktörlerden birinci derecede etkilenen bir durum olduğundan bahsediyor. Fakat bu bahis tam da burada son buluyor. Hep birlikte sağlığın sosyal belirleyicilerinin varlığını kabul ediyoruz ve böylece gönül rahatlığı ile onu umursamamaya başlıyoruz. Esas merakımız olan zor teşhis ve istisna hastalara dönüyoruz. Sosyal belirleyenler üzerinde çalışılması koşulunda ‘tedavi edilen hastalıklar’ın yerini ‘iyileşen sağlık durumu’nun alacak olmasının avantajını göremiyoruz ya da işimize gelmiyor. Burada yine konumdan fersah fersah uzak başka dertleri bırakıp esas anlatmak istediklerime dönecek olursam; hekimler toplumsal sağlığı bir bütün olarak ele alıp onu iyileştirmekle nadiren ilgileniyor. Tahmin edilir olduğu üzere de toplum sağlığının bir parçası olan mahpusların sağlık hakkının kelamı bu kısıtlı ilgide kendine yer bulamıyor.

 

Adalet sistemi çerçevesinde suçlar cezalandırılıyor. Bu cezalar farklı biçimlerde olabilse de çağdaş infaz hukukunda en yaygın cezalandırma modeli halen hapsetmek. Bu modelin, temel insan haklarının bir çoğunu mahkumların elinden aldığı bildiğimiz bir gerçek. Cezaevlerinin fiziki koşulları dahilinde hijyen ya da beslenme gibi ihtiyaçların düzenlenmesi bile tartışmalıyken, sağlığa ulaşım gibi bir temel hak yamuk ağızlı bir sırıtmayla dile geliyor ancak.

 

Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) hasta mahpuslara dair raporu, şu an ülkemizde 201’i ağır hasta olarak değerlendirilen 628 hasta mahkum olduğunu belirtiyor. İnsan Hakları Derneği’nin yine bu yıl içinde yayınladığı bir rapor 550 ağır hasta mahkum bildiriyor. Adalet Bakanlığı ise aynı zaman aralığında hasta mahkum sayısını 334 olarak açıklıyor. Burada ‘ağır’ hasta kavramı ile ilgili küçük bir not düşmek istiyorum. Bu kelime, olabilecek en yüksek ciddiyetteki sağlık sorununu betimliyor. Zira hapishane koşullarında hasta sayılmak kendi içinde ağır hasta olmak demek. Bunun bir sebebi, sağlığa erişimin bir lüks gibi görülerek hapishanedeki yürütme tarafından değerlendirilmemesi; bir diğer ayağı ise mahkumların hastalıklarını bildirmemeleri.

 

Evet, bir ilkokul bilgisi olduğu üzere sağlık, her insanın temel haklarından. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25. maddesinde ‘yaşam hakkı’ dahilinde ele alınıyor. Fakat bu cümlenin ağızdan çıkış rahatlığında cereyan etmiyor olaylar. Kendisi de çok değerli bir sağlık emekçisi bir yakınımın tutuklu kaldığı süre zarfında yazdığı mektupta söylediği gibi “Her nakil bir tür işkencedir hapishanede. Bir sürü yetkili bilgilendirilir, hareketlendirilir, birçok aramadan geçilir.” Mahkumların herhangi bir sağlık sorununu bildirmekten imtina etmeleri de bundan. Aslında sevk gerektirmeyecek, cezaevinin reviri içinde çözülebilecek sağlık durumlarının bile uzun uğraşlar gerektiren büyük sağlık sorunları olarak tezahür etmesi sık karşılaşılan bir durum hapishanelerde. Yine bu yıl içerisinde sivil toplum kuruluşları tarafından hazırlanan raporlarda açıkça görülüyor ki yeterli/düzenli teşhis-tedavi imkanı şöyle dursun mahkumların bir doktor görmesi bile birçok cezaevinde oldukça zor. Yine BDP’nin raporuna göre “Mahpus sayısının yüzlerce olduğu, hatta iki bini bulduğu hapishanelerde dahi sürekli doktor bulunmamaktadır.” Halihazırda birçok kusuru bulunan eski sistemi bir kenara bıraktığımızda dahi yeni uygulamaların da sorunu herhangi bir çözüme ulaştırmadığını görüyoruz. Örneğin yakın zamanda geçilen yeni bir uygulamayla cezaevleri de aile hekimliği kapsamına girdi. Bu uygulama çerçevesinde doktorlar haftada 2 ya da 3 sefer yarımşar gün cezaevlerine gidiyor. Haliyle bu dar zamanda teşhis ve tedavi tamamlanamıyor. Füsun Erdoğan’ın mahkumların mektuplarından derlediği bir yazısında on sekiz yıllık tutsak Sedat Avcı revir-hastane sorunlarını şu şekilde özetliyor:

 

“Yıllardır içerideyim, beni muayene ederek ilaç yazan, teşhis koyan bir cezaevi doktoruna rastlamadım. Burada da öyle. Çıkarsın revire ‘neyin var’ denilir. ‘Midem yanıyor’ dersin. İlaç yazılır. Yani biz kendi kendimizin doktoruyuz. Buraya gelenler sadece istediğimiz ilaçları yazıp giderler. Şimdi haksızlık yapmış olmayayım ilaçlar inanılmaz bir hızla veriliyor. Ancak yeterli bir muayene, daha doğrusu cezaevinin sabit bir doktoru yok. Öte yandan açık söylemeliyim ki, ben de dahil olmak üzere bir çok arkadaşımız sırf ring ve yol işkencesine uğramamak için hastaneye gitmiyoruz. Düşünsenize bu sıcakta saatlerce o çelik ringlerin içinde aç ve susuz ve elbette ki kelepçeli bir halde bekletilmenin ne insani, ne vicdani bir açıklaması olabilir. İdareyle durumu görüşüyoruz. Cevap sabit: ‘Efendim dış güvenliğe asker bakıyor’. Artık kendi dişimi –ki son iki ayda iki tane– nenemden kalma yöntemle, yani bir ipliğin ucunu dişime, bir ucunu da beş litrelik su bidonuna bağlayıp bidonu aşağı bırakmak suretiyle kendim çektim.”

 

Gündelik hayatımızda bizim sağlık sorunu olarak nitelendireceğimiz şeyler, anlayacağınız, mahkumların çoklukla kendi kendilerine hallettikleri küçük meseleler. Bunun yanında tıbbi bakım/ilgi/tedavinin elzem olduğu kanser, yatağa bağlayan hastalıklar, günlük diyeti bire bir etkileyen ve beslenmenin düzenlenmesini gerektiren durumlarda, hasta kendi halledemediği derdini aktarabileceği mecrayı da çoğunlukla bulamıyor. Örneğin, ülkemizde pek de nadir olmayan çölyak hastalığı glutensiz beslenmeyi gerektirir. Başka bir deyişle buğday, arpa, yulaf, çavdar gibi ürünler ve bu ürünleri içeren gıdalar bu hastalar tarafından asla tüketilmemelidir. Kendi başına zorlayıcı bu diyeti hapishanede uygulamaya çalışan mahkumlar verilen yemeklerin kısıtlılığı sebebiyle sıklıkla beslenememekte. Kalori alımı olarak beslenen hastalar bile, buğdaydan yulaftan alacağı bazı temel besin öğelerini karşılayacak gıdalarla beslenmediği için yetersiz beslenmeye mahkum oluyorlar. Yine bir cezaevi mektubunda bir çölyak hastası hemen her menüsünde yer alan ıslak bulgur yemeğini ‘Bizim köyde tavuklara verilen yemden beter’ olarak tanımlıyor.

 

Sorunun, şimdiye kadar bahsettiğim ayağı olan sağlığa ‘ulaşım’ derdi ortadan kaldırıldığında bile yeni yeni dertler peydah oluyor. Daha doğrusu hasta doktora ulaşsa da sağlığa ulaşamayabiliyor. Doktora/hastaneye jandarmalar eşliğinde, çelik araçlarda, elleri kelepçeli götürülen mahkumlar jandarmalar eşliğinde ve elleri çözülmeksizin muayene edilebiliyor. Bu hem tıbbi müdahalenin kalitesini düşürüyor hem de en temel hasta haklarından olan hasta-doktor mahremiyetini yok sayıyor. Söz konusu durum kolluk kuvvetlerinin uygun gördüğü şeklin bu olmasından kaynaklanabildiği gibi bazen doktorun da tercihi olabiliyor. Çoğu durumda bir sağlık emekçisi, ettiği yemine sırt çevirip böyle davranmasa da bu durum karşımıza azımsanamayacak kadar sık çıkıyor. Nereden bakılsa tutarsız, nereden bakılsa ahmakça…

 

Evet toplumumuzda sağlık çalışanına şiddet büyük bir sorun ama bunu doğuran, besleyen, büyüten hep sağlıkçının da içine düştüğü sağlık sistemi. Muayene koşullarının oluşturulamaması da sağlıkçıyı tedirgin eden bu sistemin belası yine. Kendi can sağlığını dert etmese bile ‘çoğunluğun sağlığını gözeterek’, tıbbi açıdan tartışmasız şekilde yanlış olan kararlar verilebiliyor. Örneğin ikinci doz kemoterapisini alan 26 yaşında genç bir kanser hastası, tedavi öncesi klinik durumunun oldukça öngörülebilir kıldığı şekilde febril nötropeniye giriyor, yani ateşi yükseliyor, bağışıklık sistemi çöküyor, mikroplar kanını bayram yeri addediyor. Sürekli kustuğu için yemek yiyerek beslenmesi söz konusu olamayan hasta enfeksiyonu için yine ağızdan verilen antibiyotikle F tipi bir hapishanedeki tecrit hücresine geri gönderiliyor. Kan donduran bu tıbbi müdahale kabul edilemez olsa da doktorun gözünden baktığımızda yapılanlara bir açıklama getirilebilir. Pek çok kemoterapi hastasının arasına, enfeksiyon odağının bini bir para olan hapishaneden gelen hastayı, sterilliği gözetmeleri sağlanamayan dört jandarma eşliğinde servise yatıramıyor. Hal böyleyken bu hastaya uygun ve doğru alakanın sağlanacağı oda ve koşulları yaratamayan sistemin demir pençesinde, hasta-doktor-sağlık-hak-hukuk hepsi eziliyor, un ufak oluyor. Farklı bir örnekte, ‘güvenlik güçleri’nin dayatmalarına olur vermeyen sağlıkçıların, yine işlerini yapamadıklarını görüyoruz. Acil ameliyata alınması gereken mahkumu ameliyathane ve çevresinde sağlık görevlilerine teslim etmeyen jandarmaya, steril alanda bulunmalarının mümkün olmadığını anlatmakta muvaffak olamayan doktorun hikayesi, görevinden istifa etmesi ile sonuçlanıyor. Bir başka deyişle, sağlık sistemi, mahkuma ne tarafından yaklaşmaya çalışırsa çalışsın, onun elini tutamıyor.

 

Yapılan güncel düzenlemelerle, ağır hastalık halinde tahliyelere imkan yaratılmaya çalışılsa da bu durumdaki tutuklu ve hükümlülerin sadece %9,5’i tahliye talebine olumlu yanıt alabiliyor. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, 21 Mayıs 2013 itibariyle 460 kişi başvuru yapmış olduğu halde sadece 43 kişi ilgili tahliye yasasından faydalanabilmiş. Zaten sorunun, bu yasal düzenlemeden fayda görebilecek ağır hastalıklarla sınırlı olmadığı, sağlığa ulaşımda çok genel ve temel bir hak ihlaline dair olduğu ortada. Özetle felç, kanser ya da başka bir kronik hastalıktan mustarip bir çok ağır hasta, hapishanelerde, gerçekliğine inanmayı reddedeceğimiz şartlarda yaşam savaşı veriyor. Onlardan çok daha fazla mahkum ise, çıkan her sağlık sorunu ile bir başına baş etme imkansızlığı ile yaşıyor. Yine sobe değil. Sağlık hapishanede zinhar yok.

 

Not: Bu durum hakkında daha çok şey öğrenmek ya da onu değiştirmek için çalışan bir grup insandan haberdar olup ne yapabileceğini görmek isteyenler için bir site: http://hapistesaglik.com/

 

Not 2 : Benim için bir iyi hekimlik emsali oluşturduğu gibi bu yazıdaki örneklerde de payı olan Doktor Cem Coşkun’a en içten minnetimle.

 

Kaynaklar: İHD’nin raporuBDP’nin raporuFüsun Erdoğan’ın yazısıCeza infaz sisteminde sivil toplum derneği

 

Fotoğraf: Diyarbakır Engelli Meclisi üyelerinin, D Tipi cezaevi önünde hasta mahkumların bırakılması için yaptığı çağrı [Mahmut Bozarslan, Al Jazeera Türk]

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

İslamcı Camia (Müslüman) Kadınları ve Dertlerini Hiç Tanıyamadı
“Gariban temizlikçi değiliz, ev işçisiyiz ve sendikalıyız”
Adını ‘Helal Olsun’ Koydum

Pin It on Pinterest