Clare Sheridan'la "Sade Türk Kahvesi"...

TARİH

Sade Türk Kahvesi

İşe gelip giderken yollarda bölük pörçük okuduğum, elimde sürünmekten parçalanan bu talihsiz, kısacık kitap, esasında bir oturuşta bitiyormuş dostlar.

 

Kısaca anlatmak gerekirse, Clare Sheridan varlıklı bir ailenin kızı- Kendinden varlıklı olmasın, az buz varlıklı olmayan bir borsacıyla evlenmiş. (Varlıklılıktan içiniz geçmiştir. İkinci kızı Elisabeth daha ufacık bebekken ölüyor da Clare mermerden bir melek heykeli yapıyor, heykeltraşlığa böyle başlıyor. Beş yıl süren evliliği de eşinin Birinci Dünya Savaşı’nda mefta olması ile bitiyor. *Dramı yazıya ustaca yedirdim ki ta en baştan dikkatiniz dağılmasın.*)

 

Clare Sheridan, çocukları Margaret ve Dick ile – 1919

 

Kolunda kısacık evliliğinden yadigar iki tane bücürle yollara düşmeden evvel, Londra’ya gidip Edouard Lanteri‘den ders almış ki büstçübaşı (büstiyer?) olabilsin. Tuttuğu günlüklere bakınca insan onu biraz olsun sevmeden edemiyor, dünya aleme boy boy laflar hazırlamış da deftere dökmüş. Politik analizlerine ne kadar katılırsınız bilmem ama yazdıklarını okuduğum süreçte Clare uykularıma kadar girdi, o mesafeli bakışlarıyla buz gibi yorumlar yaptı. Onu o aileden zengin postürüyle, azametle, toz toprak içindeki yollarda yolculuk ederken görür gibi oldum.

 

Clare’in Rusya sefası

 

Bolşevik sempatizanı olduğunu, serbest aşka inandığını falan çekinmeden söyleyebilen Clare, bu söylemleri ile Sovyet düşmanı kuzeni Winston Churchill’i biraz hoplatmış sanırım. 1920’nin yazında Moskova’ya davet ediliyor; ailesi bir tur da bu davete hopluyor. (Clare’in daveti kabul edip, Ekim Devrimi’nin ardından gelen sivil savaşın göbeğine gitmesine sevinecek halleri yok tabii.) Gittiği yerde Lenin, Troçki ve Kamenev’in büstlerini yapmakla kalmıyor, ‘Russian Portraits’ (Rus Kafası) ve ‘Mayfair to Moscow’ (Zeytinburnu’ndan Moskova’ya) adlı iki tane de anlatı kitabı çıkarıyor.

Hoş, bu Moskova gezisi nedeniyle MI5, kendisinin Rus ajanı ve provakatör olduğuna kanaat getiriyor ve Churchill’den duyduğu politik bilgileri gidip Ruslara yetiştirdiğinden şüpheleniliyor. Karışık dönemler.

 

A Turkish Kaleidoscope, 1926 yılında yayınlanmış. (“Sade Türk Kahvesi” adıyla Türkçeye çevrilmiş bir baskısı mevcut, ilgilenenler için bir de link bırakayım.)

 

Söylemekten biraz utanıyorum ama, günlüğünün belli kısımlarını daha önceden bünyemdeki varlığından bihaber olduğum tuhaf bir milliyetçilikle okudum. İnsan ne kadar olsa yaşadığı yerin güzel bir yer olduğunu düşünmek mi istiyor, insanını sevmek mi istiyor, ne istiyorsa, geriye bir burukluk kaldı.

 

İnsanın zihnine diken gibi batan Şirket-i Hayriye grevinin (1925), grev yapan işçilerin tamamı işten çıkartılarak iki saniyede sona erdirilişi olsun, İstanbul’dan geçen Rus göçmenlerin, Ermeni ve Rumların, fakirlikten harap durumdaki mübadele insanlarının tasvirleri olsun, Anadolu gezisinden bazı enstantaneler olsun, okuması ilginç olduğu kadar iç kıyıcı.

 

 

Aşağıdaki kısım, kitabı okurken kıs kıs gülebildiğim tek kısım oldu. Pera’cılar kusura kalmasın, ne zaman gitsem kalabalıktan kamaşıp kalıyorum. Birbirinin peşisıra dizilmiş ve her nedense hepsi aynıymış gibi görünen yüzlerce vitrinin ardında elbet ilginç bir şeyler de var ama, kadının bundan neredeyse 100 sene evvel, insanlara bakarak geçirdiği fenalıklar bana da basıyor. Yalan yok.

1.

[(…) Bir turist ya da şehre şöyle bir uğrayan bir kimse “Konstantinopol’ü seviyorum” diyebilir, ama bu şehirde yaşamış olan herkes, ona aynı soruyu yöneltecektir: “Hangi Konstantinopol’ü seviyorsun?”


Çünkü aslında iki ayrı Konstantinopol var, Altın Boynuz’un iki yakasını birleştiren mehşur köprü, bu iki Konstantinopol’ü birbirine bağlar. Bir tarafta Avrupalıların şehri Pera, öteki tarafta ise Türklerin şehri İstanbul bulunur. İnsan bir trene binip dört gün durmaksızın seyahat etse, yolculuğunun sonunda göreceği değişiklik, Galata köprüsünün iki yakasında göreceğinden daha büyük olamaz.

Pera’yı tanıyan ama Pera’lı olmayanlara, kirli ve çirkin olan herşey, Pera’yı çağrıştırır. “Büyük Cadde“de (La Grande Rue) yürürken insanı boğan ve gırtlağına yapışan o mide bulantısını tarif etmeye kelimeler yetmez. Pera, Türkiye değildir… Ama, Türkiye’nin bir köşesinde türemiş bir ülser gibidir.

Düşkünlük ve günahkarlıkla ünlü başka şehirler de vardır. Ama sefalet ve gösteriş merakının Pera’daki gibi bir arada olduğu başka bir kent daha yoktur. Pera’da, milliyetsiz ve soysuz, son derece gurursuz ama bir o kadar da önyargılı, duygulu ama hassas olmayan, yüzeysel bir eğitime sahip ama kültürsüz insanlar; Fransız, İtalyan veya hatta İngiliz olduklarını iddia eden, bireysel varlıklarını korumak için bu ülkelerin bayraklarını kullanan ama anavatanlarına veya atalarının ülkesi olarak benimsedikleri topraklara en ufak sadakat göstermeyen insanlar yaşar.

Köprüyü geçip de İstanbul’a vardığınızda, insanlar size aşağılayıcı gözlerle bakar. Esasında hoşlanmadıkları şey Hıristiyan olmanız değildir, ama Pera’yı andıran her şeyi hakir görürler. Belli mevsimlerde gelen ve Almanya’nın ithal ettiği şeylere muazzam paralar ödeyen turistlerin de, Müslümanların gözünde Gavurların itibarını pek de yükselttiği söylenemez.

(…)

Pera halkının gözleri o tozla kaplı Pera Caddesi’nin gölgesinde dolaşmaktan veya bir pastahanede oturup kendilerini gelene geçene göstermekten başka bir şey görmez.]

 

Yukarıdaki kısmı sevimli bulduğum elbette söylenemez, ama kadının böyle fütursuz bir sinirle Pera’ya girişmesi bir çeşit comic-relief olmuş. Bunu aktardım diye aramızda bir tatsızlık çıktıysa özür dilerim.

 

Aşağıya yine bir iki şey ekleştiriyorum, keyfiniz yeterse okursunuz belki.

 

 

2.

**Bugünkü Ulubat’tan bahsediyor:

[(…) Nilüfer deresi üzerindeki 14.yy’dan kalma taş bir köprüden (ne mutluluk ki, bu köprü, Ankara’da ikizini yıktıran Kamu İşleri Nazırının gözünden kaçmış olsa gerek) geçtikten sonra çok uzun süredir yollarda olduğu belli olan bir kafileyi solladık. Yorgun düşüp iki büklüm olmuş erkekler, peçeli ve üstleri başları kir pas içindeki kadınlar, artık ölmek üzere olan eşeklerinin yanı sıra ilerliyorlardı. Sandıklar, ağlayan bebekler ve üstleri kapalı kağnılara sığmayan ne kaldıysa, eşeklerin sırtına yüklenmişlerdi. Bunlar kimbilir nereden gelmekte olan mübadele insanlarıydı. Kendilerine gösterilen uzak bir köye doğru yol alıyorlardı; büyük ihtimalle bu köy bir takım yıkıntılardan ibaret olacaktı.

 

(…) Anadolu’da dolaşırken, siyasi sorunlar, rüzgarın savurduğu kum misali insanın gözüne batar. Yolda rastladığımız kafile, Apolonia’da bizi bekleyen manzaranın yalnızca başlangıcı sayılabilirdi. İlk girişte Apolonia, terk edilmiş bir köy izlenimini veriyordu. Daracık sokaklar, moloz yığınları ve yıkıntılarla doluydu. Köye gelmemizle beraber, erkekler ve çocuklardan oluşan bir grup etrafımızı sarıp, bize “Hoşgeldiniz” dedi. Aralarında bir tane bile kadın yoktu. Peçeli kadınlar temkinli bir şekilde pencerelerde belirmişti.

 


Ben hariç, arabanın içindeki herkes Fransızdı. Grup, yakın bir geçmişte Bursa’ya elektrik getirilmesinin imtiyaz haklarını alan Laudet Biraderler ile yeni şirketin birkaç elemanından oluşuyordu. Aniden bu kadar çok yabancının gelivermesi, köyde alışılmadık bir heyecan yarattı. Muhtar gelip bize kendini tanıttı ve arkadaşlarıyla beraber etrafı gezdirebileceklerini söyledi. Daha önce Fransız Yabancı Lejyonunda hizmet etmiş bir delikanlı gelip bize tercümanlık yaptı. Köyde gördüğümüz kargaşa ve sefaletin, yöre halkının mübadele edilmesinden kaynaklandığını açıkladılar. Söylediklerine göre sekiz yüz Rum (bana bu rakam gerçekte çok daha fazlaymış gibi geldi) Yunanistan’a yollanmış, geride sadece altmış Türk kalmıştı. Giden Rumların yerine Selanik’ten iki yüz Türk gönderilmişti.

 

Bizi karşılayanlar da bu insanlardı; bizi gezdirdikleri yöreye aslında kendileri de yabancıydılar.]

3.

**Rize ziyaretinden bahsediyor:

[(…)Kıyıya adım attığımız andan itibaren, insan Rize’nin o sıradan, küçük ve uykulu Türk kasabalarından biri değil, aksine, kıpır kıpır, hareketli bir yer olduğunu farkedebiliyordu. Rize’nin bu tatil yeri havasını yalnızca Fransız Generalin ziyaretine bağlamamak lazımdı, burası sair zamanlarda da böyleydi anlaşılan. Durum çok geçmeden açıklığa kavuştu: tüm bu hareket ve yapılaşmanın sebebi, Vali Hurşit Bey’di. Çizgili yüzü, kara gözleri, sınır tanımayan hayal gücü, enerjisi, hırsı ve kararlılığıyla bu adam, bir valinin neler başarabileceğinin en güzel örneğiydi. Ayrıca halkın durumunun nasıl valilerin insafına kalmış olduğunu da kanıtlıyordu.

 

(…) Mahkumlar dahil, yüzlerce adam toplayıp, yirmi dört saat içinde bir iskele yaptırmış olduğu biliniyordu. Meclis Evi bir haftada bitirilmişti. “Bir parkımız, çeşmemiz ve sahilde bir yürüyüş yolumuz olsun” demesiyle yaptırması bir olmuştu.

 

Rusların giderken bıraktıkları ve valinin kumun içinden çıkarttırıp tamir ettirdiği bir eski makine sayesinde kasabada elektrik de vardı. Yeni kütüphanenin inşaatı henüz bitirilmişti, sinema salonununki ise daha devam ediyordu. İnsanlar ertesi sabah kalkınca nasıl bir yerle karşılaşacaklarını bilemiyorlardı.

 

İki sene öncesine kadar Rize ve Rusya sınırı arasında iki adet okul varken, şu anda bu sayı yüz elli altıya ulaşmıştı. Polis kayıtlarına göre, aileler arasında nesillerdir süregelen kan davaları yüzünden yılda ortalama 3,000 cinayet işlenirken, bu rakam da diğer ülkelerdeki seviyeye, yılda bir düzineye kadar gerilemişti.

 

Mahkumları çalıştırırken, onları şartlı tahliye ediyor, sözlerine güvenerek başlarına gardiyan koydurmuyordu; bugüne kadar kimse de kaçmaya teşebbüs etmemişti.

 

Valinin nasıl böylesine yoğun çalışıyor olduğunu açıklamak için, bir gerekçe daha öne sürülebilir: Bu bölgede Gürcü kökenli Lazlar yaşıyor. Uzun boylu, sert mizaçlı, tepeden tırnağa silah kuşanmış, tipik korsanlar olarak tanımlayabileceğim bu insanlar çalışmaya olduğu kadar dövüşmeye de yatkındır. İşte, Vali Hurşit Bey’in çalışma arkadaşları böyle insanlar! ]

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YMandalina Yer Miydik?
Mandalina Yer Miydik?

Eloğlu neşeli playlist yapmış.

KÜLTÜR

YSokaklar Sakin
Sokaklar Sakin

Handiyse çeyrek asırlık sosyal medyanın tozunu alabilir miyiz? Alırız be.

Bir de bunlar var

—Disiplin Kültürden Üstündür. Kant —Katılıyorum. Devlet
Vücut Geliştirme, Ulus Geliştirme ve Yoga
Kadınca 1985, Nazan Şoray

Pin It on Pinterest