Sevgi Can Yağcı Aksel'le söyleşi

KÜLTÜR

Macarca, Salyangozlar, Ankara ve Bir İlk Kitap: Kapıya Not Bıraktım

Sevgi Can Yağcı Aksel 1977 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Hungaroloji bölümünden mezun olmuş ve aynı üniversitenin İletişim Fakültesinde akademisyen olarak çalışıyor. Fırsat buldukça Macar edebiyatından çeviriler yapıyor, bazen de yazıyor. Kapıya Not Bıraktım, Sevgi’nin ilk kitabı. Ayizi Yayınevinden çıkan kitapta irili ufaklı çokça öykü var. Ay gezisi ile başladığımız yolculuğa Budapeşte sokaklarından devam edip, oradan da Ankara’nın Tunalı Hilmi Caddesi’ne geçiyoruz ve nihayet yeniden salyangozlar eşliğinde Ay’dayız. Öykülerini, Macar Biberi, Ömrümüzün Birinde, Âşık Oldum Ben Sana ve Çekirdek Aile başlıklarıyla konularına göre dört parçaya ayırmış. Macar Biberi bölümünde Budapeşte’ye ve Macar edebiyatına atıflarda bulunmuş, çok sevdiği Macar yazarlar Attila Jozsef ve eserlerini de çevirdiği Istvan Örkény’e ithaf edilmiş öyküler var. Son bölüm Çekirdek Aile, otobiyografik yanı ağır basan, yaşanmışlıkla ve yoğun bir hüzünle dolu. Ölen anneye sesleniş, 80 ihtilali etkisiyle dağılan bir aileye duyulan yoğun özlem var. Bir de Çocuk var ki tüm gerçekliği ve naifliği ile apayrı bir dokunuşu var duygulara. Bazı öykülerine gülerken bazılarında gözlerim doldu. Hem mizah hem de kederle yoğrulmuş öykülerdi.

 

Kitabı bana çok sevdiğim bir arkadaşım hediye etti, Sevgi de onun arkadaşıymış. Açıkçası öyküsever biri olarak biraz şüpheli bir mesafeyle başlamıştım kitaba. Fakat çok sevdim, çok da etkilendim. Sevgi ile bir söyleşi yapmak istedim. Sorularımı da güzelce hazırladım, ama cevapları okuduğumda bana her biri kendi içinde bir hikâye gibi geldi. Bölmek, irdelemek istemedim. Onun kurguladığı gibi aksın istedim. Söyleşimize öykülerinden pasajlar ekledim ve cevaplarından ilhamla birkaç şey çiziverdim.

 

 

Hakkında kitabının ilk sayfasında yazanlar dışında bir şeyler eklemek istesem neler yazabilirim?

 

Keman çalardım küçükken ama keman çalan annem çok genç öldüğü için sanırım, aramız pek olmadı kemanla, daha yolun başında konservatuardan ayrıldım. Çok uzun yıllar korolarda şarkı söyledim, müzik, sesler, benim için hayatı anlama, hayata tutunma yollarından biri. Ben kulağıyla yaşayan biriyim. Duymak ve dinlemek belirgin bir özelliğim. Fazla konuşkanı biri değilimdir. Fazla gürültü yapmam. Evde ve ailemin yanında başka ama kamusal alanda ses çıkaran biri değilim… Boş konuşan, karşısındakini esir alan insanlardan da uzak durmaya çalışırım… Anlatırlar ama dinlemezler. Tek kendi seslerini duyarlar. Öyle biri değilim. Severim bu hâlimi. Yazarken de hep sesçil bir evren eşlik ediyor zihnimde. Hep bir anlama hâli. Anlam avcılığı. Dinlemekle ilişkili bu becerim yazmamı da yönlendiriyor. Ne yazarsam yazayım. Öykülerde mesela karakterlerin bende hep sesleri duyulur. Sesçil evren çok belirgindir. Köpeklerin pati sesleri, sineklerin kanat sesleri, caddedeki insan sesleri, yılgın sevgililerin birbirine bezgin hitapları… Nasıl göründüklerinden daha önemlidir benim için, ses tonları zihnimdedir. Duyamasaydım ne olurdu? Bu anlama çabasını başka türlü hayata geçirirdim. İnsan herhangi bir duyusunu, uzvunu aniden kaybedebilir. Altı üstü bir canlı organizma…

 

Peki, öykü yazmaya ne zaman başladın?

 

Öykü yazmaya sanırım okumayı sökmekle birlikte başladım. Yazmaktan çok uydurmak diyelim. Hayal gücünü kâğıda dökmek… Tabii 80 darbesinden payını almış bir ailede çocuktum ve okumak, yazmak, kitaplar, sanırım yaşadığım dünyadan daha güzelini vaat ediyordu. Annemle babamın mektupları, yarattıkları hayali kahramanlar hep yanı başımdaydı. Mektuplardaki masallara sığınmak, okumak yazmak, masal kahramanlarıyla onların yanına uçuvermek bizimkilere duyduğum özlemle baş etmek için sağaltıcı bir oyun olmuş belli ki… Sonra hep yazdım. İlkokuldan beri günlük tuttum. Üniversiteyi bitirip um:ag’ta (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) çalışmaya başlayınca, artık yetişkin olduktan sonra yani, yazma seminerlerine katıldım. İlk öykülerimi Mehmet Eroğlu’nun, rahmetli Emin Özdemir’in derslerinde yazdım. Yazabildiğimi onlardan duyunca daha bir cesaretlendim galiba. Yazmanın o ana kadarki içine kapalı hâlinin yerini bir paylaşma, üretme arzusu almaya başladı ama sonra devam edemedim öykülere… Kendi öykülerimi yaşamak ağır bastı. Hayat öyle aktı. İlişkiler, ayrılıklar, Macaristan macerası, Türkiye’ye geri dönüş, sürekli bir düzen tutturma çabası derken, kendime ait bir odada soluklanıp yazmak pek mümkün olamadı. Bir yandan akademinin gerektirdiği üretim bir yandan da edebiyatla en güçlü bağım olan çeviriler sürdü ama. Ben İletişim fakültesinde çalışıyorum ve iletişim edebiyatla bağını çok rahat kurabileceğimiz bir disiplin. Yani yazmadan durduğum hiç olmadı ama öykü yazamadım. Kitaplar derledim, çeviriler yaptım, ta ki 2007 yılına değin. Ondan sonra zihnim kurmacaya işler oldu. Öyküler on yılda ancak bu kadar birikti… Kitap oldu…

 

Öykülerinin otobiyografik bir yanı var mı? “Bugün Günlerden Kaç Santim” mesela… “Radula” ve “Temiz Yürekle” öykülerini de çok sevdim.

 

“Bugün Günlerden Kaç Santim”, Funda Cantek’in kuaför temalı derlemesi için yazdığım bir öykü. Sipariş öykü gibi. Otobiyografik değil ama elbette her öyküde kendi hissettiklerim var. Olay örgüsüne ait olmasa da… Erken anne kaybı da öyle. Radula da öyle. Ama hepsinde bir kurmacalaşma var. Uçuşma var.

“Eldivenler… Annemin kırmızı bulaşık eldivenleri. Otuz iki sene öncesinin burnumdan silinmeyen deterjan kokusu… O gün benim doğum günümdü ama burada olma nedenimiz başkaydı. Babamın düğünü vardı. “Saçlarımı boyatacağım” diye tutturmuştum. Annemin beni, “Bulaşıktan çıkarma şu ellerimi, bu yaşta saç boyanmaz, daha küçüksün” diye azarlaması boşunaydı. Bir şeyi kafama koyarsam yaparım. Baktı niyetim bozuk, merdivenin korkuluğundan kaya kaya kuaföre koşuyorum, elindeki eldivenleri çıkaramadan peşime düştü, ben önde o arkada soluğu Hasan Abi’nin dükkânda aldık tabii. Kapıya bakıyorum, gözlerim doluyor. Sanki aniden içeri giriverecek. Eldiveninden süzülen köpükleri sönmüş deterjan damlacıklarıyla evden kuaför salonuna varan uzun yolu, bir salyangoz gibi işaretleyecek. Salyangozlar iz bırakabilmek için bedenlerini kullanır ya, o kırmızı bulaşık eldivenleri de annemin bedeninin bir parçasıydı adeta… Onu eldivensiz hiç görmedim.” (“Bugün Günlerden Kaç Santim”)

 

Salyangozları çok sevdiğin kitabının arka kapağında da yazıyor. Salyangoz annenle özdeşleşen bir imge mi? “Bugün Günlerden Kaç Santim” adlı öykünün otobiyografik bir tarafı var mı? Ben neden öyle hissettim bilmiyorum, salyangoz ve bulaşık eldivenleri benzetmesi yüzünden belki.

 

Salyangozu anne gibi düşünmedim hiç. Terk edilmiş bir kadın olabilir. Tek başına bir kadın olabilir. Bir kadın sanırım. Dişi o. Annelik bu dişiliğin kimliklerinden biri olarak bazı öykülerde öyle anlam bulmuş olabilir ama kendi annemle ilişkili düşünmedim. Ya da bütün anneleri insan kendi annesinden çıkarak betimler bilemiyorum… Çamaşır suyu kokmak, çamaşırcı annesine şiirler yazan Attila Jozsef’e bir selam gönderme… Annesiz kalan kuşakların ortak acısına, 20. yüzyılın zor zamanlarına… Salyangozun izleriyle hayatta bıraktığımız izleri benzetiyorum ve o izleri bırakmak için tıpkı onların bedenlerini yere sürtmeleri gibi biz de varlığımızı, bedenimizi zamana sürte sürte yol alıyoruz. Salyangozlar sessizdir… Kabukları ezilirken ses verirler… İnsanlar da çoğu zaman öyle… En büyük çığlığımız bile zaman zaman evrenin uğultusunda yutulur… Sesimizi duyan olmaz ama bu ne yolda oluşumuzu ne bıraktığımız pırıltılı izleri yok saydıramaz… Bana hep iyimserlik çağrıştırıyor varlıkları… Hayatı olduğu gibi kabul etmeyi düşündürüyor. Yapacağını yap, yolunda yürü, komplekslerine, korkularına fazla takılma der gibiler… Bir de insan telaşla hareket edip yanlışlara kolay düşen bir canlı türü… Salyangozlar bilge… Zamanı onlar belirliyor. Kol saatleri değil.

 

“Bugün Günlerden Kaç Santim”de otobiyografik öğeler, dramatik kurgudan çok mekânla, kuaför salonu ortamıyla ilgili. Yoksa benim hiç annemle herhangi bir kuaför anım olmadı. Çok erken kaybettim onu. Babam da oldukça geç yeniden evlendi.

 

“Tunalı Hilmi Caddesini aşağı doğru yürüyorsun. (Sana sorsam yukarı doğru yürüyorum derdin. “aşağı” ve “yukarı” konusunda hiç anlaşamadık). Tunalı’da aşağı (ya da yukarı) doğru yürüyorsun, kulağında müziğin, boynunda fotoğraf makinen, başında sana aldığım bere. Gözlerimi kaçırsam da, seni gördüğüme ne kadar sevindiğimi saklayamadığımı hissediyorum. Sense dik dik bakıyorsun. Sakin görünüyorum ama ellerim ceplerimdeki kâğıt mendili parçalıyor. Görmüyorsun. Sağda solda aynı sokak çalgıcıları; saksafoncu, yolun karşısındaki akordeoncu ve bankanın köşesindeki o gitarcı çocuk, hala aynı şarkılar. Sen artık duymuyorsun. Yıllar geçmiş, nasıl özlemişim. Söylemek istiyorum, olup biten her ne varsa anlatmak istiyorum sana, köpeğimizin ölüşünü, eve dadanan hırsızı, yazdığım öyküleri, keşfettiğim şarkıları, köşedeki tatlıcıyı. Susuyorum.”(Yeşil miydi, mavi mi?”)

 

Ankara’dan bahsettiğin öykülerin de var. Sence Ankara insana ilham veren bir şehir mi? Yoksa öykü yazmanda Budapeşte’nin rolü daha mı fazla?

 

Ankara ve Budapeşte birindeyken diğeri üzerine düşünmeme olanak veren iki durağı ömrümün… Budapeşte’de biraz daha masalsı bir ortam var. Orada hep misafirim. Harikalar diyarında gibiyim. Beni hep iyileştirdi sokakları. Sevdiğim çok insan var. Canımın Macar parçaları… Yani sevdiklerimle bezeli bir evren benim için. Orada biriktirdiklerim daha çok tercih ettiklerim oldu. Ankara ise fazlasıyla sahici. Maruz kaldığım, tanık olduğum birçok can sıkıcı yaşantının da olay yeri. Ben Ankara’nın en çok insanlarını sevenlerdenim. Sonra Parklarını ve Kitapçılarını… Tunalı ve Ayrancı büyüdüğüm yerler… Her köşesinde bir anımla karşılaşıyorum. Burada birikmiş bir ömrüm var. Gelecek tasarım hiç olmadı. Ankara’da insanın gözü hep geçmişte kalıyor. Yarına bakınca hep bir gitme hayali… Ama biliyorum. Nereye gidersem gideyim Ankaralıyım ve Ankara’dayım. Şairin dediği gibi, bu şehir arkamdan geliyor. Kentin kültüründen, sesinden, kokusundan sıyrılmak çok zor. Denizi olmayan, güzelim dereleri kurutulmuş, suları yok edilmiş, Kuğulu Park’tan okyanus hazzı aldıran bir kente ait olmaktan söz ediyoruz. Böyle kentler elbette insana ya yazdırır, ya çizdirir, ya söyletir, ya okutur… Ankara boşu boşuna sanatın başkenti değil, üreten, dinleyen, okuyan, kendini iyi donatmış, yaptıklarını iyi yapan insanlarla doludur… İyi bir ebeveyn gibidir… Büyütür, gönderir…

 

“Heyecanlanmıştım. Heyecanlanınca çişim gelir. İdrar kesem heyecanımı paylaşan en candan organdır. O beni anlar, ben istediğini istediği an yerine getiririm. Bir solukta köprünün ayağındaki tuvalete vardım. Tuvaletçi teyze –mekân sahibi- işeme ücreti olan 5 Forinti almak için topallayarak yanıma geldi. Ben ceplerimi yoklarken nereli olduğumu sordu ve anlatmaya koyuldu. Üçüncü doğumundan sonra kalça kemiğini sakatlamış, o günden beri rahat yürüyemiyormuş. Gençliğimin değerini bilmeliymişim. İstanbul’da bir sevgilisi varmış gençken. Onu bir daha göremediği için üzüldüğünü söyledi. “İstanbul kokuyorsun” deyip sarıldı bana.” (“Temiz Yürekle”)

 

Macar dili ve kültürü ile maceran nasıl başladı? Son zamanlarda Magda Szabo’nun Kapı adlı romanını okumuştum, “Temiz Yürekle” adı öykü bana bu kitabı hatırlattı. Sevdiğin ve bize önermek istediğin Macar edebiyatından yazarlar veya kitaplar var mı?

 

Üniversitede Macarca okudum. İsteyerek okudum. Yüksek bir puanla girdim. Hocalarım şaşırmışlardı ne arıyorsun burada diye. Mezun olduktan, iletişim alanında doktoraya başladıktan sonra, Macaristan’da İyi bir burs kazanıp çeviri eğitimi aldım. Sanırım hayatımın en önemli dönüm noktasıdır o gitme kararı. Macar edebiyatı bence eşsiz bir edebiyat. Nefis bir mizah anlayışı egemen. Ne kadar derin, zekice ve hüzün dolu olduğu da buradan belli. Yaratıcılık, ülkenin tarihiyle baş etme yolu olmuş. Hemen her sanat dalında öyle. Okuyup da etkilenmediğim bir eser henüz okumadım Macarcadan. Istvan Örkény’den Bir Dakikalık Öyküler’i çevirdim, yazma ve duyumsama biçimlerime tamamen yön vermiş bir yazar. Attila Jozsef okudum, Orhan Tüleylioğlu ile birlikte onun adına bir derleme kitap yazdık. İnanılır gibi değil, ne çok seveni varmış. O kadar çok şair, yazar, bilim insanı onun hakkında yazdı ki. Edebiyatın kültürleri birbiriyle kaynaştırma gücüne çok büyük bir örnek Attila Jozsef. Herkeste ne kadar çok iz bırakmış gencecik yaşında intihar eden şair… O kitap süreci inanılmaz bir deneyimdi. Bartis Attila’nın Sessizlik romanı, onunla dostluğum da bana bir öykü yazdırmıştır; ortak kayıplar, politikaya kurban insanlar… Finy Petra’nın Kuş Kadın‘ı, ağlaya ağlaya çevirdim ki öyle ağlak bir anlatım kesinlikle yoktu aslında. Son derece masalsı bir anne-kız hikâyesiydi, kurgusundaki yaratıcılık çok etkiledi beni, yüreğime dokundu. Nefis bir romandır Kuş Kadın. Zaten çok sevildi. Okuma grupları kurdu kadınlar, sosyal medyada herkes kitapla resim koydu kendiliğinden… Çok ilginç bir deneyimdi. Yazar Türkiye’de okurları nasıl kanatlandırdığını bilmiyor henüz ama anlatacağım… Uzun lafın kısası, yazma aşkımı Macar yazarlar ateşledi. Bu kesin.

 

 

Fotoğraf: Oğuzhan Burak

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ECİNNİLİK

YUna Aramızda
Una Aramızda

Kadına yönelik şiddetin hem kişisel hem de toplumsal bakış açılarında nasıl bir yol katettiğini anlatan bir manifesto onunkisi.

KÜLTÜR

YSalgında Değişen Mekansal Algılarımız
Salgında Değişen Mekansal Algılarımız

İnsanın yokluğu mimari algılarımızı etkiliyor mu?

SANAT

YEdebiyatın Cadıları
Edebiyatın Cadıları

Dünyanın her yerinden, kimisini ezbere bildiğimiz, kimisini hiç duymadığımız otuz kadar edebi cadı var bu kitapta.

Bir de bunlar var

Vasistaslara Bakmak: Trapezci Kızla Annesi
Migren Kolyesi
Hey, Oyuna Gelmiştik

Pin It on Pinterest