Kazuo Ishiguro'nun ölümsüz eserine dolambaçlı, ama çok dolambaçlı bir çağrı...

SANAT

Günden Kalanlar

Anthony Hopkins de işte, Anthony Hopkins. Çok büyük aktör. Anladık yani.

 

Geçen gün niye bilmiyorum, şeytan dürttü, oturdum Meet Joe Black filmini tekrar izledim. Film ilk çıktığında ben onbir yaşındaydım, izlediğimde daha sonradan iyice dallanıp budaklanacak ölüm merakımı ve yeni yeşermekte olan romans düşkünlüğümü bir araya getirip beni iyice bir sarsalamıştı. Ama ölüm, yakışıklı ve sarı röfleli bir adamdı! Ölüm de sevebilirdi! Filan. Tabii ikinci izlediğimde filmdeki anlamsız boşluklara kafamı, bacaklarımı ve son olarak küçük bir araba sokmak istedim. Senaryo o kadar çok saçmalığa birden ve de Brad Pitt çocukadam sevimliliği zoruyla inanmamı talep etti ki, beşinci dakikasından cıvık cıvık gülmeye başladım. Bir çocukluk yaldızı daha böylece suya döküldü ama hiç üzülmedim, bazı şeyi gülünçlüğüyle sarmalayarak kabul edip şevkatini esirgememeyi başarıyorsun. Ben de dünyanın en sahte sarışını Joe Black’e böyle bakmayı seçtim.

 

Ölümü hiç böyle görmediniz… (Belki de bir sebebi vardı)

 

Filmde herkesin ne kadar ama ne kadar kofti bir oyunculuk sergilediğini farkedince benim için küçük bir perde aralandı: Ben demek filmde yaşlanmakta olan bir medya patronunu oynayan Anthony Hopkins’i kimsenin “Usta gene coşturuyor,” diyemeyeceği bir filmde izlememişim daha önce. Bizim sarışın artı dünyanın en unutulabilir esas kızının yanında Anthony Hopkins’in “Çocuklar bir dakika metot geliyor, biraz durursanız kafanıza metot oyunculuğu atacağım,” aktörlüğü o kadar, o kadar komik kaldı ki birden. İşte Ölüm hayatında ilk defa (Ölümün hayatında bir ilk… Düşünebiliyor musunuz?) fıstık ezmesi yiyecek, Brad Pitt bugün seksen yaşında hala devam ettirdiği şeytan tüylü çocuk şaşkınlığı hareketlerini yapıyor, sağa sola boncuk boncuk bakıyor, işte “Arkadaşlar ben Ölüm’üm ama görüyorsunuz ense kulak da yerinde, resmen CAN yakıyorum,” biçiminde… Bir Doksanlar Cazibesi geçidi. Bu rezil şeyler olurken arkada bir yerlerde Anthony Hopkins ekranlara sığmayan kocaman Aktör kafasıyla öyle garip ve ciddi bir oyunculuk sergiliyor ki. Allahın koltuğuna öyle bir inanç ve niyetle bakıyor ki, elyafı değil koltuğun içinde gizli Oskar’ı görmeye çalışıyor sanki. Hopkins dışındaki herkes ekmeğinin peşinde, biri kız peşinde, biri bir sonraki rolün peşinde, film bile kendi diyeceğinin değil gişesinin peşinde ama Anthony Hopkins… o sadece koltuğun peşinde. Benim birden öyle bir sinirim bozuldu ki. Helikopterden atlıyor gülüyorum, dünyanın en sıradan sahnesine iki yüz tane mimik yetiştirmesine gülüyorum, gülüyorum Allah gülüyorum – “Belli buradan Oskar çıkmayacak, biraz rahatla, onun derdine de sen düşme, kaskatı kalacaksın,” diyorum gene gülüyorum. Çocukluk yaldızı düştü ama üzülmedim dedim ya, herhalde biraz vakit de olmadı, filmin bir türlü saklayamadığı, aktörlerin bağlam ve durumdan bağımsız ne kadar manyak olabildikleri gerçeğine şaşırıyordum. Öyle olabilmek ve kalabilmek, gerçekten efsunlu bir şey olmalı.

 

 

İki paragraf önce kadar “Allahaşkına ne anlatıyorsun,” diyecektiniz ama ben niyetimi baştan biliyordum! Şunu diyecektim: Bütün bu sebeplerin sebebiyle, ben Kazuo Ishiguro’nun romanından uyarlanan Günden Kalanlar filmini izlemiş, etkilenmiş fakat tam şey yapamamışım. Hopkins orada da lanet mavisi gözlerini konuşturmuş, kesin tahta malikaneyi ortasından çatlatacak kadar da iyi oynamıştır, şüphe de duymuyorum, ama tam da o sebepten koskoca kellesiyle Anthony Hopkins Anthony Hopkins’den başka bir şey olamaz artık. O İngiliz uşak, katiyen olamaz. Ishiguro’nun romanına üç gün önce ve senelerce geç kalarak başladığım an, bunu anladım. Kahrolsun metodunuz, oldum, ben bütün kitabı hesaplı kırılan Oskarlı oyuncu sesiyle okumak zorunda mıyım?

 

Sizin de farkettiğiniz üzere, metod geliyor... Kemerleri bağlayın.

Sizin de farkettiğiniz üzere, metod geliyor… Kemerleri bağlayın.

 

Sonucun itibarıyle röfleli veya röflesiz, Halivudla veya değil, Günden Kalanlar’a bir şans veriniz. İngiliz uşak Stevens’ın sonsuz tozlu koridorlara mühürlü hayatını bir ileri bir geri, dağınık vinyetler biçiminde anlattığı, dilinin kontrolünde ve sadeliğinde nice mucizeler gizli bu romana, vakit bulursanız merhaba deyiniz. Kız meselesinden vakit bulup iki dakika doğru dürüst kitap okusa, eminim Ölüm de bu romanı beğenirdi. Acaba Ölüm yakışıksız kişileştirmeler hakkında ne düşünüyor? Acaba Ölüm saçını nerede yaptırıyor? İnsanın sordukça sorası geliyor.

 

“Gene maaşı röfleye gömdüm cnm”

 

 

Ben böyle dolana dolana, Günden Kalanlar’ın son sayfasına da geldim. Bir de o son sayfadan sonra, kitabı okuyup bitirmişim daha üç saniye geçmemiş, arka kapakta kitabın kasede sesli kaydedilmiş versiyonunun reklamı çıktı mı karşıma? Elimdeki kopyanın 1989 baskısı olduğunu resimdeki kaset teknolojisini görünce farkettim. İşte o reklam, nostalji ve pişmanlık koltuğuma son çiviyi çaktı. Tam oldum. Ay kaset de vardı değil mi, dedim, kaset diye bir şey de, bir zaman oldu.

 

Ne diyeyim? Günden Kalanlar için ben ne diyeyim? Öncelikle arkadaşlar büyük hadise var. Ortasına yaklaşmadan önce romanın gerçek tekmesinin gelecek ve olacak hadiselerden ziyade, uşağın sesindeki o sıkışıklıkta gizli olduğu hissini alınca, ben okuma hızımı yavaşlattım. Çünkü hissediyorsun, bunun alamet-i farikası bu ses, bu tıkız, gülünç ve acıklı ses, diyorsun ki ben de nasıl olsa ruh hastasıyım, bu kafayı duvara yavaş yavaş vurma duygusunun tadını çıkarayım. (Kafasındaki buz torbasını düzeltiyor) Söylenenin değil de söylenmeyenin peşine düşmek gerektiğini okuyana o biçimde farkettirmek de yani… İşte bazen “Yazarlık iş değil büyüdür,” diyenlere hak verecek oluyorsun. Ay büyü müyü neler diyorum, kazara dinden çıkacağız. Özetle Ishiguro olayı toparlamış, paketlemiş, elde usul usul yanan bir kalp kırıklığına dönüştürmüş. Başlarken arkadaşım “O romanın dilindeki inatçı basitlik eleştirilir biraz, neden hiç anlamam,” demişti, valla ben de hiç anlamadım. Bence bomba gibiydi, amansızdı, rakiplerine göz açtırmadı.

 

Yazmışsın kaplan gibi romanı, gülersin tabii…

 

Pişmanlık da kendi içinde bir sanat işte, bütün hayatına ince bir tabaka halinde yayıp, öyle sessiz bir acıyla yaşayabilirsin. Korkunç bir şey. (“Pişmanlık mı? Ay çok korkarım! Ay öldürür müsün lütfen ben hiç bakamam!”) Hissetmemek için insanüstü önlemler gerekiyor. Kalp kırmamak lazım. Allahaşkına bir el değdirin de Günden Kalanlar’ı bir okuyun. Yalnız yaz tatiline denk getirmeyin, plajda üzüntüden ikibin yıllık mermer büst gibi kalakalırsınız. Şaka şaka öyle değil, aynı zamanda çok da komik bir roman. O yüzden daha da üzücü! Ve belki çok daha komik! Günden Kalanlar: Gülerken ağlayanlar için! Ay siz bana bakmayın, ben herhalde yaşlanıyorum. Sevdiğinize sahip çıkın, güzel romanlara bir şans verin. Hadi görüşürüz!

 

 

(Bu yazı daha önce 93 Numara‘da yayınlanmıştır. Yazarın roman hakkındaki fikirleri hala aynıdır. Günden Kalanlar’ı okuyunuz. Ay tamam anladılar.)
YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YBu Resim Gitmeli Mi?
Bu Resim Gitmeli Mi?

Sanatçı Hannah Black'in siyah bir çocuk cesedini tasvir eden sanat eserinin var oluşunu ve sergilenmesini eleştirdiği açık mektubundan hareketle: "onurlandırmak" ve "lafı ağzına tıkmak" arasındaki ince çizgi nerede durur?

KÜLTÜR

YMary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar
Mary Beard: Gücün İçinde, Üzerinde, Peşinde Kadınlar

Cambridge Üniversitesi Klasikler Profesörü Mary Beard'ın konuşması: Kadınlar Antik Yunan'dan bugüne güçle nasıl ilişkilendi?

SANAT

YÖlüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann
Ölüm Kadar Ciddi, Küfürlü bir Şaka: Renate Bertlmann

Renate Bertlmann, 1970’lerde bir çok çağdaşı gibi 1968’in devrimci atmosferi ve ikinci dalga feminizmin gücüyle kadın bedenini bir kutlama ve devrim aracı olarak yeniden kurgulayan eserler üretmiş.

SANAT

YGüncel Kızlar (1977)
Güncel Kızlar (1977)

Vintage sarısı, yalnızca çözülmüş meselelere, başarıyla alınmış haklara mı değer?

Bir de bunlar var

Gözlerimiz, gözlerimiz: III. Rüya
Margaret Atwood’dan ‘The Handmaid’s Tale’ Notları
Tofig Guliyev Besteleri: Ürek Mahnıları

Pin It on Pinterest