Sarah Weinman ile Vladimir Nabokov’un romanına ilham veren Sally Horner’ın kaçırılması üzerine bir söyleşi.

SANAT

Gerçek Lolita’nın Gerçek Hikayesi

Adrienne Celt’in Electric Literature’da yayınlanan 12 Eylül 2018 tarihli “The True Story of the Real Lolita” başlıklı makalesinin çevirisidir.

 

Sally Horner memleketi Camden, New Jersey’de bir dükkândan defter çalarken FBI ajanı olduğunu söyleyen Frank La Salle isimli bir adam tarafından yakalandığında 11 yaşındaydı. La Salle, Sally’ye ıslahevine yollanmaktan (ya da başına gelecek daha kötü şeylerden) paçayı kurtarmak istiyorsa sözünden çıkmaması gerektiğini söyledi. Bu tehdit, ikilinin baba kız gibi davranarak arabayla ülkeyi dolaştığı 21 ay sürecek korkunç bir kaçırılma ve tecavüz hikayesinin başlangıcı oldu.

 

Sarah Weinman, kitabı The Real Lolita’da, Sally Horner’ın kaçırılmasının Nabokov’un saplantılı aşk ve cinsel istismar konulu ünlü romanının esin kaynağı olduğunu söylüyor. Sally’nin isminin Lolita’da geçmesine rağmen Nabokov, Sally’nin kaçırılmasıyla kitabın bir alakası olmadığını belirtmiş. The Real Lolita, Nabokov’un bu itirazının hem yanıltıcı hem de yer yer trajik bir iddia olduğuna dair güçlü kanıtlar sunuyor.

 

Nabokov’un karısı Véra ile olan evliliği ve edebiyat dünyasında yıldız olma yolunda ilerlerken ikisi arasında var olan karmaşık güç dinamiklerini konu alan Invitation to a Bonfire isimli kitabım Haziran 2018’de yayımlanmıştı. Nabokov hayranı ve gerçek suç hikayesi delisi biri olarak Nabokov’un evliliğini benzer bir bakış açısıyla ele alan, Vladimir ve Véra’nın Nabokov’un imajını yaratırken yaptıkları iş birliğine odaklanan The Real Lolita’ya bayılmamam mümkün değildi. Weinman’ın kitabı karşıma çıktığında bunun kaderin bir cilvesi olduğunu düşündüm. Daha tanışmadan sohbete başlamıştık sanki.

 

AC: Tam zamanlı yazarlık yapmaya başlamadan önce adli bilimler dalında lisans üstü çalışmalar yapmış olman dikkatimi çekti. Adli bilimler konusunda dizilerden başka pek bir fikri olmayan bizim gibilere, seni bu yöne iten ne oldu, mesleki anlamda da adli bilimler üzerine çalışmak istedin mi, biraz bahsedebilir misin? Aldığın eğitim şimdiki gazeteciliğini nasıl etkiliyor?

 

SW: Adli bilimler uzmanlarıyla, gerçek suç türünün son zamanlarda popülerleşmesiyle ve bu popülerleşmenin işlerine destek mi köstek mi olduğuyla ilgili yaptığım röportajlardan sonra kaleme aldığım makaleyi daha yeni bitirdim. Yüksek lisanstan hocalarım, danışmanlarım ve sınıf arkadaşlarımla yeniden görüşebilmek için de güzel bir bahane oldu benim için. Çocukluğumdan beri okulda vaktimi bilimle uğraşarak, boş zamanlarımı da müzikle uğraşarak geçiriyordum. “Ailemizin yazarı” benim aksime erkek kardeşimdi. McGill Üniversitesi’nde biyoloji ön lisansımı tamamlarken John Jay College’ın sitesinde adli bilimler ön lisans programına denk geldim. Görür görmez “Oha, adli bilimler bölümü mü varmış? Hem suça hem de bilime duyduğum sevgiyi harmanlayarak mesleğimi icra edebilir miyim yani?” diye düşündüm. Programa başvurdum ve kabul edildim, Ağustos 2001’de New York’a taşındım. New York’un yeri bende hep ayrıydı zaten. Memleketimde geçirdiğim iki yıllık bir aralığı saymazsak 2001’den beri buradayım.

 

Mesleki anlamda adli bilimler alanında bir şeyler yapmayı düşünmüştüm, evet. Ama mikro dünyada makro düşünen biri olduğumu fark ettim (bunu fark etmem uzun bir süre ve bir sürü başarısız iş görüşmesine mal olsa da). Birçok alanda ama özellikle adli biyolojide işin büyük bölümü laboratuvar çalışması yapmakla geçiyor. Ben laboratuvarda iyi değildim. Yaşanmış gerçek suçları ve vakaları incelemek istiyordum (bir de kitap etkinliklerinde ve kongrelerinde suç yazarlarıyla kadeh tokuşturmak). Sıradan insanların neden cinnet geçirdiğini, psikopatların neden zevk için insan öldürdüğünü anlamak istiyordum. Suç toplum demek, dünya demek, hayat demek. Ben bütün bunları, önce kurgu türünde okuyup yazarak daha sonra gazetecilik yaparak anlamak istiyordum.

 

Köşe yazılarımın çoğunda adli bilimlere dair pek bir şey olmasa da yüksek lisansta öğrendiğim şeylerin gazeteciliğime çok katkısı oldu. Merak etmek, sorgulamak, kanıt aramak. Ancak bilimin gazetecilikle ters düştüğü bir nokta var ki o da olayları hikayeleştirmek. Bilim bize gerçekleri sunar. Sunduğu gerçeklerin yerli yerine oturup oturmadığıyla ilgilenmez. Biz ne kadar öyle olmasını istesek de nafile.

 

AC: Mikro dünyada makro düşünen biri olmanın zorluklarını tahmin edebiliyorum. Kendinize nefes alacak bir alan açmanın çalışmalarınıza nasıl fayda sağladığını The Real Lolita’da bariz bir şekilde görüyoruz. Anlattığınız hikâye sadece meydana gelen olayları sorgulamıyor. Etiği, sanatı, ilhamın belirsiz kökenini de masaya yatırıyor. Buna dayanarak diğer soruma geçiyorum. 

 

Nabokov’un ergenliğe girmemiş kız çocuklarıyla kurulan saplantılı ilişkilere hayatı boyunca duyduğu ilgiden kitapta çok kez bahsediyorsunuz. Ancak bu ilginin bir tür sapkınlık değil, daha çok estetik bir ilgi olduğunu da belirtmeden geçmiyorsunuz. Yine de bu tutku sizin bir yazar olarak önemli bulduğunuz bir şey belli ki. Bunun çalışmanıza nasıl katkı sağladığından bahseder misiniz?

 

SW: Yanlış anlaşılma olmasın: Benim için önemli olan Nabokov’un kendi tutkusunun edebi anlamda gelişimini izlemekti. Bunu kastediyorsunuz değil mi?

 

AC: Evet, onu kastediyorum!

 

SW: O zaman evet, Nabokov’un eserlerinde tekrarlayan bir tema, dinmeyen bir arzu olduğunu göstermek, Nabokov’un Lolita’yı yazana kadar kurgularında farklı şekillerde, bazen başarılı bazen başarısız olarak boğuştuğu o “şey”i göstermek istedim. Bir yandan da romanın estetik yönünü, yaratıcı yönünü göstermek istedim. Yani her yazarın kariyeri boyunca eserlerinde tekrar tekrar işlediği ama bunu yaparken her zaman başarılı olamadığı bir kaynak tema olduğunu göstermek istemiştim. The Gift’te resmen Lolita’nın habercisi olan bir paragraf var ancak Lolita kadar iyi yazılmamış veya aynı dehayla yazılmamış. The Enchanter’da da aynı durum söz konusu. Roman, Lolita’nın ana hatlarını taşıyor ama geri kalanı aynı etkiyi vermiyor. Nabokov da bunun farkındaydı. Öyle olmasa hayattayken kitabı bastırırdı (ben yine de kitabın Nabokov’un ölümünden sonra yayımlanmasından memnunum). Lolita’yı Lolita yapan unsurlar orada ama.

 

Kurgunun bel kemiğini oluşturan tutkulara hayran kalıyorum. Çünkü okur, yazarın tutkusunu en derinine kadar anlayamasa bile daha ilkel içgüdülerle hareket edip etmediğini anlayabiliyor bence. Nabokov gizli bir ahlaki öfkeyle mi hareket ediyordu, daha sinsi duygularla mı yoksa ikisinin arasında bir şey miydi bilemeyiz. En azından arşivine, geçmişine ve yaşadıklarına bakarak anlayabileceğimiz bir şey değil bu. Ben yine de gizli ahlaki öfkeyle bunları yazdığını düşünüyorum (Véra’nın notları da bu görüşümü destekliyor) ama Nabokov sanat için sanat yapıyordu, bütün bunları itiraf edecek hali yoktu!

 

Adrienne benim de sana bir sorum var: Invitation to a Bonfire’ı yazarken Nabokov’un hayaletleriyle karşı karşıya olduğunu hissettiğin oldu mu? The Real Lolita baskıya gireceği zaman Vladimir’in ve bilhassa Véra’nın ruhu peşime takılacakmış gibi hissediyordum bazen. Ama peşimde olmaları beni kitabı yazmaktan alıkoyacak değildi tabii. Baş harfleri aynı olan bu dinamik ikili VN’nin hayaleti insanın gözünü korkutan cinsten. Bir yandan da hayaletlerin üstesinden gelmeyi başaran yazarların daha çok kadın yazarlar olduğunu düşünüyorum. Inventing Ivanov’un yazarı Roberta Smoodin de seninle birlikte bu yazarların arasında bence (bu arada o kitabı okudun mu? Harika bir kitap.)

 

AC: Seni harekete geçiren şeyin tutku olması çok hoşuma gitti. Nabokov’un bu sanatsal saplantısını kendi hikâyenin lokomotifi olarak kullanmışsın bir nevi. Yamyamlığın güzel ve edebi bir hali gibi. (İltifat olarak söylüyorum tabii.)

 

Soruna cevap olarak: Invitation to a Bonfire’ın ilk iki taslağını tamamen gizli yazdım – kimselere söylemedim, hikâyeden kimseye bahsetmedim. Bu sayede kimsenin etkisi altında kalmadım. O zamanlar iletişimde olduğum tek kişi Nabokov’un kendisiydi (ve Véra tabii), ama ben kendi Nabokov’umla konuşuyordum. Gerçek hayattaki Nabokov değil belki ama okuduklarımdan aşina olduğum, bana özel olan Nabokov’la. Bu sayede yazım sürecinde kontrol bendeydi, Nabokov’da değildi. Aksi halde kısıtlanmış olurdum. (Hayır, Inventing Ivanov’u henüz okuyamadım ama okumayı çok istiyorum!)

 

Invitation’ı yazdıktan sonra The Real Lolita’nın sayfalarında kaybolmak beni büyüledi. VN/VN evliliğinde var olan güç dinamiklerinden ilham almış olsam da kendimi ve (hayali) karakterlerimi daha özgür bırakabilmek için kitabı yazarken bu konuda araştırma yapmaktan kaçındım. Senin yaptığın çalışma o kadar derin araştırılmış ve gerçeklere o kadar bağlı ki kitaplarımız farklı taraflara eğilseler de aralarında bir ilham kardeşliği olduğunu düşündüm. O yüzden The Real Lolita’yı yazarken kafanda neler vardı öğrenmek isterim. Yola sağlam bir hipotezle mi çıktın (“Sally Horner kesinlikle Lolita’nın ilham kaynağıydı” gibi ve/ya “Nabokov’un gizlediği bir şeyler vardı” gibi) yoksa kafanda bir soruyla mı yola koyuldun?

 

SW: Öncelikle “kendi Nabokov’unla konuşmak” fikri üzerine bir şeyler söyleyerek başlayayım. Çünkü bu süreç bence tam da böyle olmalı. Hayaletlerle, ruhlarla, o kişinin hayatına dair simgelerle uğraşarak. Ancak Nabokov’u tam manasıyla anlayabilecek tek kişi Nabokov’du. Véra bile Nabokov’un zihninin her özel ve entelektüel köşesine erişemezdi. (Öyle olsa Irina Guadinini meselesi ne olurdu?) Romanın tohumlarını atacak kadar şey biliyordun ama gerçek hayatın romana sızmasına sebep olacak kadar da bilgin yoktu. Bu çok akıllıcaydı bence.

 

Zihinsel sürece gelince, işe Lolita’dan bir cümleyle başladım: “Frank Lasalle’ın, ellisinde bir tamircinin 1948’de 11 yaşındaki Sally Horner’a yaptığı şeyin aynısını ben de Dolly’ye mi yapmıştım?” Bu cümle, pasparlak neon bir tabela misali fark edilmeyi bekliyordu. Şu işe bakın ki (romanı yazarken öğrendiğime göre) birileri bu cümleyi fark etmişti, hem de ta 1963’te. Bunu fark eden Pete Welding adında genç bir caz yazarıydı. Kendisi sonraları plak yapımcısı olmuş. 2005 yılında Alexander Dolinin, TLS için yazdığı makalede Sally’nin kaçırılması ve Lolita arasındaki bağlantıyı açığa çıkarmıştı.

 

Nabokov, Sally ile Lolita arasındaki ilişkiyi kabak gibi ortada bırakacak kadar aptal değildi. Onun bu tutkusu herhangi bir kız çocuğundan veya vakadan daha önemliydi. Öğrendiğime göre Nabokov, Sally Horner’ı daha önceden tanıyordu. Kız 1952’de araba kazasında ölmeden önce. Nabokov, Sally’yi tanıdığını belli etmek istemiyordu yoksa Pete Welding gibi meraklılar sorular sormaya başlayabilirdi. (Véra, Welding ve Welding’in yazısından haberdar olan NY Post muhabiri Al Levin’i bir mektupla başından savmış ve yıllar boyunca bir daha bu soruları soran olmamış!) Elimizde bazı ipuçları var ama Nabokov’un Sally’yi ne kadar tanıdığını kesin olarak bilemeyiz. Nabokov’un ABD Kongre Kütüphanesi’nde bulunan arşivlerindeki notlardan daha iyi bir dayanağım olmasını ben de isterdim. Ama öyle bir dayanağım olsaydı da VN’ye karşı hayal kırıklığı yaşardım sanki? Olayların perde arkasına göz atma şansım oldu ama perdeyi sonuna kadar aralamamış olmama, Nabokov’u hala meraklı gözlerimden biraz uzakta tutabildiğime memnunum.

 

 

AC: Biraz da Sally Horner’ı konuşalım. Odak noktası Sally olan bir gerçek suç romanı yazmayı düşündün mü ve Nabokov’dan sadece bahsedip geçmeyi? İlham kaynağınla ilgili söylediklerin göz önüne alınırsa bunu yapmayı düşünmemişsin gibi ama Sally’nin hikayesini anlatmak isterken bir yandan da hikâyenin Nabokov’un karmakarışık, kişisel esinlenmelerinden (ve hırsından) ayrı düşmemesini nasıl sağladığını merak ediyorum.    

 

SW: Hiç düşünmedim, hayır. Çünkü The Real Lolita’nın tohumları Hazlitt için yazdığım makale ile atılmıştı. Kitabı yazarken aslında daha farklı bir başlık düşünüyordum: Among The Wholesome Children, ki bu başlığı hala kitabın alternatif başlığı olarak görüyorum. “The Real Lolita”nın ve yazdığım makalenin asıl amacı “Lolita’ya ilham veren gerçek olayların” hikayesini yazmaktı hep. O yüzden Sally’nin başına gelenleri kitaptan ayrı tutmadım hiç. Benim için önemli olan Sally’nin sesini duyurabilmekti çünkü onun sesi elinden alınmıştı. Başına neler geldiğini öğrenmek istiyordum. O daha büyüyemeden hayatı kısacık kesilmiş, yarıda kalmış. Çok içime dokunuyor. Başka bir hayatta Sally, Lolita gibi bir kitabı okur ve yorumlardı. Arkadaşlarının ve akrabalarının dediklerine göre kitap okumayı seven bir kızmış. O zamanın çağdaş eserlerinden okumayı severmiş (Acaba The Catcher in the Rye’ı okumuş mudur, okuduysa sevmiş midir merak ediyorum hala!)

 

Sally’nin hikayesi ile Nabokov’un ilham kaynağı arasındaki dengeyi kurmak kolay değildi. Kitabın omurgası her zaman Sally idi. Arabayla yaptıkları yolculuk da hikâye yapısını kurmamda bana çok yardımcı oldu. Nabokov’la ilgili bölümleri kitaba yedirmek uzun zaman aldı, kitap birkaç kez yeniden düzenlendi. Nabokov’un belli bir zaman diliminde hayatında olanlarla o sırada Sally’nin kâbus gibi yolculuğunda yaşadıklarını birbirine paralel şekilde karşılaştırarak ilerlemenin en iyisi olduğunu düşündüm. The Real Lolita da böylece daha sağlam bir zemine oturmuş oldu.

 

AC: O paralellik gerçekten işe yarıyor. Kurgusal olmayan eserleri kaleme almanın zorluğu da burada yatıyor zaten, değil mi? İlgi çekici bir hikâye ortaya koyarken gerçeklere sadık kalabilmek zor olan. İşin ilginci, mesela Rachel Gusk ve Karl Ove Knaussgard gibi birçok yazarın bu anlamda ne yardan ne serden geçtiği bir zamanda yaşıyoruz artık. Doğrudan kendi hayatlarından esinlenerek yazdıkları eserlerin kurgu olduğunu söylüyorlar. Bu sayede hikâyeyi istedikleri gibi yontabiliyorlar. Oto-kurgu çağdaş edebiyatın önde gelen türlerinden. Böyle bir ortamda Nabokov ipleri biraz gevşetip nereden ilham aldığını daha özgürce açıklayabilir miydi sence?

 

SW: Harika bir soru. Açıklayabilirdi diye düşünüyorum ama ancak baskı altında kalırsa! Lolita günümüzde yayımlanabilir miydi önce onu düşünmek lazım. Özellikle son zamanlarda, zevksiz de olsa şaka olduğu belli olan şeylerde bile gerçek anlam arayan kötü niyetlileri göz önüne alacak olursak. Lolita üzerinde yıllardır çalışmama rağmen kitabın hala muhteşem bir sanat eseri olduğunu düşünüyorum. Ben yine de sorunun cevabının evet olacağına inanmak istiyorum ama 60 yıl öncesi ile şimdiyi karşılaştırdığımızda karşımıza çıkan bazı paralellikler insanı korkutuyor! Mesela Nabokov’u ya da Lolita’yı hâkim karşısında savunmak zorunda kalmak istemeyen, başı derde girsin istemeyen yayımcılar. Lolita bugün yayımlanabilir miydi sence?

 

AC: Valla bilemiyorum! O zamanlar Nabokov’un Lolita’yı bastırmakta zorluk çekmesinin sebebi Amerika’nın sekse olan (sansasyonel ya da ahlakçı) bakış açısıydı. Bence günümüzde ahlaki paniğe yol açan şeyler o zamandan daha farklı. Artık insanlar linç kültürünün bir parçası oluyorlar çünkü bu kültür, kişinin özel hayatını doğrudan etkiliyor. O yüzden Nabokov’un şahsına yapılan makul bir suçlama olmadığı sürece (ki bunu bilemeyiz) kitap, şimdiki yayımcılar tarafından daha az tepkiyle bile karşılanabilirdi. Alissa Nutting’in kitabı Tampa geçtiğimiz senelerde çıktı mesela. Amber Tamblyn’in cinsel şiddet konulu romanı da. Şehveti konu alan bir kitabın şehvet uyandıracağı görüşü artık geçerli değil bence. Ancak verdiğim iki örneğin de bu duruma çok uyan örnekler olmadığının da farkındayım çünkü o iki kitabın yazarı da kadın (bu da toplum tarafından daha kolay kabul görmelerini sağlıyor bence).    

 

Lolita günümüzde yazılmış olsaydı yayımlandığında aynı ilgiyi görür müydü merak ediyorum. Lolita’nın müzikalinin yapıldığını düşünebiliyor musun mesela? (Ya da daha güncel bir örnek verirsem, Tampa müzikalinin?)

 

SW: Benim de aklımda John Colapinto’nun son çıkan kitabı Undone vardı. Lolita’yı 21. yüzyıla uyarlamaya çalışan Colapinto Amerika’daki hiçbir yayımcıya kitabı basmayı kabul ettirememiş. Kitap Kanada’da yayımlandıktan sonra Amerika’dan kitabı basmayı kabul eden bir tane yayımcı çıkmış sadece. Basıldıktan sonra da doğru düzgün satmamış kitap. Bir yandan kimse Colapinto’nun kitaptaki anlatıcı olduğunu iddia etmiyor ama diğer yandan beyaz erkeklerin yazdığı bu tür romanlara insanların karnı tok artık. Hele de #MeToo’dan sonra.

 

Lolita türünün ilk örneği elbette ve hala en iyisi (Tampa’yı çok beğendim, Amber Tamblyn’in kitabını henüz okuyamadım ama). Kitap öyle bir dehanın ürünü, öyle biricik ki farklı mecralara uyarlanmasının bu kadar zor olmasına şaşırmamak lazım. Son birkaç haftadır  Lolita’nın bedbaht müzikalini inceliyorum. O kadar insan bu romandan Broadway müzikali olabileceğini nasıl düşünür insan hayret ediyor. Edward Albee’nin Lolita’yı Broadway oyununa uyarlayabileceğini düşünmesine hayret ediyorum (tam bir fiyasko olmuş tabii). İki tane filmi yapıldı. Kubrick sansür engeline takıldı, Adrian Lyne de öyle. Erkek kardeşim, kendisi de bir yazar, Lolita’yı uyarlamanın neden bu kadar zor olduğuyla ilgili kendi teorisinden bahsetmişti bana. Nabokov’un göz kamaştırıcı üslubu ve okuyucunun kafasını karıştırarak onu manipüle eden anlatısı ortadan kalkınca geriye sadece bir karakter kalıyor. O da Humbert Humbert, sıkıcı herifin teki. Dolores Haze’i ekranda görmekse rahatsız edici bir deneyim.

 

Bu kadar insanın Lolita’yı aşk hikayesi sanmasına şaşmamak lazım. Gerçekleri hazmetmek o kadar zor işte. Tam da bu nedenle Sally Horner’ı ön plana çıkarmak bizi acı gerçekle yüzleştiriyor. Ortada defalarca tecavüze uğrayan bir çocuk olduğu gerçeğiyle.

 

AC: Evet. Humbert Humbert’ın gücü, okuyucuyu doğrudan etkisi altına alabilmesi aslında. Ama ekranda Humbert Humbert’ın başkalarını etki altına almasını görüyoruz. Bu da kitapla aynı etkiyi yaratmıyor. Humbert sizi ayartmalı aksi takdirde düpedüz bir çocuğu ayarttığının farkına varıyorsunuz hemen.

 

Yazarlardan halk önünde bir imaj yaratma konusunda emek harcamaları bekleniyor. Bu konuda neler söyleyebilirsin? İnsanın bir “marka”ya sahip olduğunu itiraf etmesi biraz kabalık gibi gelebilir ama bundan bir yıl sonra kitabın çıkmış olacak ve halk senin hakkında bir hikâye yazacak. Ya o hikâyenin bir parçası olacaksın ya da hakkında söylenenleri uzaktan seyredeceksin. Bazen kendimi fazla mı ulaşılabilir tutuyorum diye soruyorum kendime. İnsanların yaptığım işi ciddiye almamak için bahane olsun diye bazı özelliklerimi cımbızla seçerek (mesela genç olmam, kadın olmam, sosyal olmam gibi) kişiliğime dair çıkarım yapmalarına izin mi vermiş oluyorum diyorum. Nabokov kendi imajını kendi kontrol etmek isteyenlerdendi. Birçok yönden başarılı oldu da. Ancak Sally Horner’ın anısını ve başka şeyleri bunun için feda etmesi ne kadar doğruydu tartışılır.

 

Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Gazetecilikte ve kurgusal olmayan edebiyatta böyle bir çabaya gerek kalmıyor mu? Ortaya çıkan eser okuyucuya istediği kapıları açmada yeterli oluyor mu? Ya da işin ucunda başkalarının hikayeleri olunca ne “tarz” bir yazar olduğunun (içten, gonzo, mesafeli, hassas vb.) sınırlarını çizme konusunda ahlaki bir sorumluluk hissediyor musun?

 

SW: Bu kadar sene gazetecilik, eleştirmenlik, makale yazarlığı ve habercilik yaptıktan sonra gördüm ki pazarlama konusunda bayağı iyiyim ben. Yayımcıma şakasına dedim ki, “Benim derdim Goodreads’te ve Amazon’da yapılan yorumları okumak değil. Ben metadata’nın düzgün olduğundan ve arama motoru ayarlarının %100 doğru yapıldığından emin olmak istiyorum” (geek olduğumu düşünebilirsiniz, çok haklısınız.) Yirminci yüzyılın ortalarında suç türünde yazan kadın yazarların antolojilerini editlemek, sonrasında yine 20. yüzyılda gerçek suç türünün kültürdeki yerini inceleyen antolojileri editlemek gibi yaptığım işlere bakınca aslında markam kendini belli ediyor. Newsletter’ımın adı boşuna The Crime Lady değil herhalde. Bu isim, benim gün içinde yaptığım şeyleri ve iş hayatım boyunca her gün yapmak istediğim şeyleri en kısa ve öz haliyle özetliyor

.

Belki de Nabokov’un yazarlığında sahip olduğu kontrole imrenmemin nedenlerinden biri de budur. İnsanların kişiliğimle ilgili yorum yapmasındansa yaptığım işle ilgili yorum yapmasını tercih ederim. Deneme türüne giriş yapmaya daha yeni cesaret edebildim. Deneme yazarlığında iyi olduğumu düşünmüyordum. Başka insanlar hakkında yazılar yazarak saklandım bu yüzden. Deneme, iyi yazılmışsa en çok getirisi olan edebi türlerden biri aslında. Anne Boyer’in yeni derlemesi A Handbook of Disappointed Fate’i daha yeni bitirdim. Kitap ufkumu genişletti resmen. Maggie Nelson ve Nathalie Leger gibi yazarlar (bu arada herkes Suite For Barbara Loden’ı mutlaka okumalı!) veya daha eskilerden Theresa Hak-Kyung Cha, Elizabeth Smart veya Elizabeth MacNeill ya da diğer ismiyle Ingeborg Day gibi yazarlar da üzerimde aynı etkiye sahip. Zihnimin her köşesine ulaşabilen yazarları seviyorum. İyi yazılmış hikayeleri de seviyorum tabii.

 

AC: Son olarak, araştırmanı yaparken Sally’nın hala hayatta olan akrabalarıyla konuşmuşsun. Kitap bittikten sonra onlarla tekrardan iletişime geçtin mi ya da geçmeyi düşünüyor musun? Kitabı okumuşlar mı?

SW: Evet, Sally’nin yeğeni Diana ile hala iletişim halindeyiz. (Hazlitt’e yazdığım makale için babası Al Panaro ile görüşmüştük ama kendisi 2016’da hayatını kaybetti. Hala hayatta olan başka akrabaları da olabilir ama ben bulamadım!) Diana kitabın şu anki halini okumadı ama The Real Lolita çıkana kadar okur mu bilemiyorum. Bir makale ya da kitap yayımlandıktan sonra bilgi aldığınız kişilerle ne kadar süre iletişimde kalınır, bununla ilgili kesin bir kural yok. Bazı meslektaşlarıma da sordum, kimi iletişimi sürdürüyor kimi sürdürmüyor. Ama Diana’yı kitabın baskı süreciyle ilgili gelişmelerden haberdar etmek istedim çünkü Sally Horner bundan sonra dünya çapında daha çok tanınacak, bir simge haline gelecek. Diana için Sally aileden biriydi, doğru düzgün tanıyamadığı teyzesiydi (çünkü Sally, Diana 4 yaşındayken ölmüş). Sally’yi paylaştıkları anılardan çok, fotoğraflardan ve kamera kayıtlarından tanıyor. Sally’nin Diana için anlamını göz ardı edersem, aynı özeni göstermeye devam etmezsem, sorumluluk bilincimi yitirirsem kaş yaparken göz çıkarmış olacağım.

 

The Real Lolita, Sally Horner’ın kaçırılması, kurtarılması ve trajik ölümünün benim bakış açımdan bir yorumu. Başka insanlar da kendi yorumlarını yapabilirler, yapıyorlar. Ancak bu hikâyeyi tam anlamıyla ve hakkını vererek anlatabilecek tek kişi Sally’nin kendisi. Sally hikayesini kendi anlatamayacak, hiç böyle bir şansı olmadı. O yüzden umarım elimden gelenin en iyisini yapabilmişimdir. Umarım Sally artık kültürel bilincimizde yer eder ve orada var olmaya devam eder.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YErmeni ve Azerbaycanlı feministlerden ortak 8 Mart açıklaması: Ataerkil “barışınız” batsın!
Ermeni ve Azerbaycanlı feministlerden ortak 8 Mart açıklaması: Ataerkil “barışınız” batsın!

Gerçek kurtuluştan geçen yol, Azerbaycan ve Ermenistan halkı arasında feminist ilkelere dayanan ve kökten gelen bir örgütlenmeyle mümkün olacak. Bu süreçte birbirimizden uzaklaşmayacak, birbirimize daha çok kenetleneceğiz. Bu baskıcı koşullara ve güç dinamiklerine cevabımız feminist devrimle olacak.

MEYDAN

YKrize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 4
Krize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 4

Bir tarafta bakım emeğinin artması ve bunların kadın işi olarak görülmesi, diğer tarafta kolektif bilinç sayesinde koşullara ve vaziyetlere yeni bir anlam kazandıran günlük direnişler.

MEYDAN

YKrize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 3
Krize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 3

Kadın işçiler bakım emeğinin ön saflarında yer alıyorlar ve bu savunmasızlık, şiddet ve sömürü zincirinin “en zayıf halkası” onlar.

MEYDAN

YKrize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 2
Krize Işık Tutuyoruz: Koronavirüs Zamanında Bakım Emeği 2

Hayatın devamlılığını sağlayan sosyal ve duygusal ilişkileri, iş gücü piyasasının  ya da belli bir zümrenin kar ihtiyaçlarından bağımsız şekilde kurabilmek...

Bir de bunlar var

BBC Kültür’den 21. Yüzyılın En İyi 100 Filmi Seçkisi
Semiha Berksoy’un Babasına Mektubu
Kumaştan Hikayeler: Harriet Powers ve Yorganları

Pin It on Pinterest