Bilge Karasu, Gece ve 12 Eylül...

TARİH

YAZI

Bunları Yazmakla Çıldırmaktan Kurtulunur Mu?

12 Eylül darbesinin ardından 9 yıl süren dönemde 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 50 kişi asıldı, 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 299 kişi cezaevlerinde öldü, 3 gazeteci vuruldu, 14 kişi açlık grevinde öldü, 16 kişi -kaçarken- vuruldu, 95 kişi -çatışmada- öldü, 73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi, 43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. Tutuklananlar, Diyarbakır Cezaevi’nde, yıllarca işkencelere maruz bırakıldılar.

 

Alt alta dizildikleri zaman bu korkunç sayılar, belgeseller, müzeler, işkence türleriyle ilgili detaylı bilimsel araştırmalar, hatta tanıklıklar, bir daha hiç ışık görmeyecekmiş gibi, hiç derin bir nefes almayacakmış gibi bastıran bir karanlığı, aklımızı kaçırmamızı engelleyen floresan, soğuk bir vahşete tercüme ediyor sanki. Tarihin ve siyasetin soğukkanlılıkla ‘olağanüstü durum’, ‘uç durum’ dediği koşullarda bütün bu aşırılık, ölülerin, şiddetin, işkencenin aşırılığı, yaşananları asla tahayyül edemeyecek ve aslında tahayyül etmeye çalışmaktan da ilk fırsatta kaçmak isteyen zihinlerimiz için bir çıkış yolu. Eli Wiesel, Auschwitz için: “Bunu bizzat yaşamamış olanlar asla anlamayacak. Yaşayanlar ise asla anlatmayacak. Ne doğruyu ne de tamamını… Geçmiş ölülerindir.” diyordu. 12 Eylül’de bu ölüm, yalnızca işkenceden geçip, yürüyen cesetlere dönüşen bedenler üzerinden değil, bir tarih öncesinde hemen önümüzde, neredeyse dokunabileceğimiz mesafede olan gelecek zamanın, mümkünün sınırları dışına çıkmasıyla da gerçekleşmiş olabilir mi diye düşünüyorum. Bugün çoğumuz sokaklarda o geleceği tekrar mümkün kılmaya çalışırken, gelmeyecek yeni bir günü ve sonsuz bir gecenin karanlığını hissettiren Bilge Karasu her zamankinden daha ağır geliyor:

 

Gizlendikleri karanlık köşelerden seyrettiler aydınlık pencerelerden kaygılı bakışların sağa sola kaçamak kaçamak bakarak perdelerinin ardında yitmesini, yüpürgen ellerin kapı önlerindeki çocukları kapıp içeri alıvermesini, karanlığa kalanların önlerine bakarak koşar adım evlere dalmasını… Kapıların sessizce sürgülendiğini işitti çakal kulakları. Işıkların teker teker söndüğünü gördüler. Karşı konmazı beklemenin, beklenenin gelmeyişiyle artan kaygının gitgide yeğinleştirdiği korkunun, karın boşluklarındaki kemiriciliğini duyar gibi oldular; dile gelmez hazlar duydular etlerinin her noktasında.

 

Şehrin ana caddesine açılan en geniş yan sokaklardan birinde, Bakkallar Sokağı köşesinden üç adım beride, Balıkçılar Sokağı’nın en civcivli saatinde, gecenin işçileri o gence niçin saldırdılar, bilinmiyor. Söylentilere bakılırsa, elinde götürmekte olduğu ekmek dörtköşe değilmiş; saçının rengi kara değilmiş; ya da aksayarak yürüyormuş… Söylenti elbet, bütün bunlar. Doğrusunu kimse bilmiyor. Ayrıca, bilinecek bir doğru var mı? O bile bilinmiyor. Bilinebilen, görülebilen ise, işçilerin, ansızın duvarlardan, köşelerden, kapı ağızlarından sıyrılarak o genci kalabalığın içinden çekip ortalarına aldıkları, bir daha dağılıp gözden yittiklerindeyse ortada kanlı, tanınmaz bir et yığını kalmış olduğu. Genci, gecenin işçilerinin ortasında yitmeden önce görebilenlerin söylediğine göre, bu et parçası, o alımlı delikanlının yarısı kadar bile olamazdı. Bu kanlı etin üzerine talaş serpildi, kuru yapraklar örtüldü. Ertesi sabah oradan geçenler, bir türlü aydınlanamayan günün donuk ışığında, asfaltın üzerinde esmerce bir lekeden başka bir şey göremediler gencin parçalanmış olduğu yerde.

 

İnsanlar artık yalanan ağızlar, pençeler arıyor insanların yüzlerine, ellerine bakarken. Oysa işçiler, gecenin işçileri oldukları için, güpegündüz görünmezler sokaklarda. Gecenin işçileri herkes gibi miydi bir zamanlar? Böyle olduğuna inanmak isteyenler var.


Daha mı az ürkecekler böyle olsa?

 

̇İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçünmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yeniden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.
Duruma bakıp kendilerini daha az ürküten ne varsa, ona inanmak istiyor insanlar.

 

Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor, çukur yerlere dolmaya başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmaya başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak.

 

Gece, yazdığım gibi, ağır ağır yayıldı ovaya, sonra tepeleri de boğdu. 
Yeraltı saraylarından söz ederken, bir takım büyük yapıların bodrum katlarında, beden eğitimi yapıldığı, çeşitli oyunlar oynandığı anlatılan salonları düşünüyordum. Bir masal havası içerisinde anlattıklarım karşısında kendime de, okurlarıma da -kimlerse bunlar… Bu yazdıklarımı birileri okuyacakmış gibi davranıyor muyum gerçekten? Yoksa…- anlatılana inanmamak hakkını tanımış, bu hakkı tanımak için uğraşmış olmuyor muydum?

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YSMS’leriniz Google’ın Yasaklı Kelimeler Listesiyle Güvende
SMS’leriniz Google’ın Yasaklı Kelimeler Listesiyle Güvende

Android, büyük aşkım, gel birbirimizin kelimelerini tamamlayalım.

TARİH

YNezihe Muhiddin Hanım Ne Alemde?
Nezihe Muhiddin Hanım Ne Alemde?

Seçme ve seçilme hakkını kazanmamızın 79. yıldönümünde 1935 yılından bir Nezihe Muhiddin röportajı...

MEYDAN

YAraba Aldığım Gün Kadın Oldum
Araba Aldığım Gün Kadın Oldum

'Çok güzelsin yavrum' dedi. O güne kadar sadece sakattım. Araba alınca birden kadın olmuştum. Güldüm, teşekkür ettim.

MEYDAN

YKadının Adı Devletten Siliniyor: Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Kapanıyor mu?
Kadının Adı Devletten Siliniyor: Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Kapanıyor mu?

27 Kasım 2013 günü haber ajanslarının yayınladığı haberlere göre AKP hükümeti, Meclis'teki Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nu (KEFEK) kapatıp, Aile ve Sosyal Politikalar Komisyonu’na dönüştürmek istiyor! Eşitiz basın açıklaması:

Bir de bunlar var

1830’larda Kadınların Kalbi
Mimarlık ve Hastalık: Beatriz Colomina ile Tüberküloz, Modernizm ve Covid-19 Üzerine
Ebru Boyar İle Röportaj II: Yasaklar Üzerinden Kadın Tarihi Yazmak

Pin It on Pinterest