Kadın olarak saygı görebilmem için o dolmuşa topuklu ayakkabılarla değil, büyük karnımla ve ördek yürüyüşümle binmem gerektiği acı gerçeğini görmüş oldum.

KÜLTÜR

Hamileliğin İstanbul Hali – Neydik, Ne Olduk?

Bindiğim otobüste iki kişi aynı anda yer vermek için ayaklandığında, vapurda “dışarı“ bölümünün gergin kapısını açıp beklediklerinde, bir mağazada elimdeki su şişesini yeniden doldurmayı teklif ettiklerinde anladım; hamile bir kadın olarak artık İstanbul’da ayrıcalıklı bir konumum vardı ve beni kamusal alanlarda konfor dolu günler bekliyordu.

 

Hamileliğimin 6. ayında bir süredir yaşamakta olduğum Zürih’ten iki haftalığına İstanbul’a gelmiştim. Gelmiştim ve karşılaştığım bu duruma şaşırmadan edememiştim. İstanbul’da doğup büyümüş, hayatımın neredeyse tamamını bu şehirde geçirmiştim ve İstanbul’un bana bu kadar iyi davranmasına kesinlikle alışkın değildim.

 

Benim bildiğim İstanbul, özellikle kadın cinsine karşı hoşgörüsüz, tahamülsüz, terbiyesiz, çoğu zaman tehlikeli, hoyrat davranan bir şehirdi. Şayet, şablonu toplumsal cinsiyetin katı kurallarıyla çizilmiş bir bayan olmayı reddedip, kadın olmaya kalkarsan, kafanın arkasından indirirdi bir tane, “kendine gel“ anlamında. Farklı boyutlarda ve tarzlarda tacizler, ya arkandan ya yüzüne söylenen orospu ile süslenen laflar, en entellektüelinden en düz’üne erkekliğin testosteron fazlası, bazen kadınların bile (ergenlik dönemlerinde “benim en yakın arkadaşlarım erkekler, kızlarla hiç anlaşamıyorum“ diyen kesimin büyümüş hali olduklarından şüpheleniyorum) “kendine çeki düzen ver“ temalı göz dağları arasında yaşayıp giderdin.

 

Peki şimdi ne olmuştu da, hamileliği her açıdan belli olan bir bedene sahip olunca, karşılaştığın muamele de tamamen değişmiş, sevgi, saygı ve şefkat yumağı içinde önüne kırmızı halılar serilir olmuştu?

 

Açıkçası hiç de şikayetçi değildim, aksine bu durumu farkettiğim anda suratıma yavaştan yayılan büyük sırıtışı İstanbul’dan ayrılana kadar neşe içinde taşıdım ve tadını çıkarttım. Zira Zürih’te böylesi yoktu. Hatta hiç yoktu. “Extreme sporlar ve hiç denemediğin hareketler haricinde normal hayatına devam et“ diyen doktorumun bir bildiği varmış demek, çünkü çoğu zaman hamile olduğumu unutturacak kadar normaldi her şey. Tamam, belki toplu taşıma insanların birbirine yer vermesine gerek kalacak kadar dolu değil, ya da araçları hoplatıp zıplatan çukurlar yok ama ne bileyim, bir alışveriş poşetini elinden almak olsun, bir kapının önünden beş kişinin senkronize hareketlerle çekilerek sana yer açması olsun, sokakta orada burada teyzelerin gülümseyerek yaklaşıp nasihatlarda bulunması olsun, bunlar hiç olmadı, olmuyor. Restoranlar, yüzme havuzları, parklar, kaldırımlar, café’ler, farklı büyüklüklerde karınlara sahip hamilelerle dolu ama ortada fazladan bir ilgi alaka yok. Mizaçları gereği de zaten birbirlerine çok fazla temas eden ve konuşan bir toplum olmadıklarından hamile oluşun bu dokuyu bozmaya yeterli değil.

 

Ben de ne yapayım, hazır yakalamışken, Zürih’i bir süreliğine zihnimden çıkartıp, İstanbul’un ilk defa gördüğüm bu yüzüne dönüp kendimi şımartmaya, bir yandan da iki resim arasındaki farklar üzerinde düşünmeye başladım. İki resim derken, bir kadının hamile ve hamile olmayan halinin deneyimlediği, birbirinden çok farklı iki İstanbul durumunu kastediyorum.

 

Şurası kesindi: Ben şehrin bacısı olmuştum. Hatta 6 aylık karnımla bacılık müessesesinde oldukça üst bir mertebedeydim ve önüm açıktı.

 

Kutsal aile kurumunun bir üyesiydim bir kere. Hamile olduğuma göre evliydim çünkü. Öyle sorun çıkaracak bir arızam da yoktu demek ki, ki bir kocam vardı. Bekar kadın sınıfından evli kadın sınıfına başarıyla geçiş yapabilmiştim, bu bir kere çok önemli bir artıydı, üstelik şimdi benden beklenen en önemli şeyi gerçekleştiriyordum: Çocuk. Neredeyse bir melektim ben, cennetin ayaklarımın altına ulaşmasına sadece birkaç ay kalmıştı.

 

Etrafımda sürekli “artık“ ile başlayan cümleler kuruluyor olması bu yüzdendi belki. “Artık…“ “Bundan sonra sen…“

 

Bundan sonra ben; farklı bir şeyler yaşayacaktım orası kesindi. Ama ne olduğunu şimdiden bilemem, tahmin etmeye bile çalışmam, çocuğu olan kadınların yanında bana laf düşmez. Ama şu anda ben, bedeni ve beyni hormonlar tarafından ele geçirilmiş yürüyen bir bombayım. Hayvanlı ve çocuklu youtube videoları seyredip ağlayan, aynı zamanda dünyayı yerinden oynatacak bir güce sahip olduğuna inanan (hormon kafası), memeleri büyüdü diye sevinip fırsattan istifade her yerde dekolte giyinmeye çalışan, İstanbul’da arkadaşlarıyla meyhaneye gidip suyun yanında yediği közlenmiş patlıcandan bir parça alırken, tekrar rakı içebileceği günlerin hayalini kuran, sürekli yüzen, ne kadar yüzerse bebeğin de suya aşina olacağına kendini inandırmış, bebek bakımı ile ilgili kitapları okurken panikleyip devam edemeyen, her ne kadar yaşadığı şehir Zürih’te insanlar fazla cool ve hamileliğe aldırmaz gözüküyor olsa da, karnının içinde hareket eden minik canlının mucizevi büyümesini hayranlıkla izleyen hamile bir kadınım.

 

Şimdi bu şartlar altında benden bir kutsal ana, yahut bir melek olur mu, yoksa çıksa çıksa, çizilmek istenen melek resmine en yakın, Dionysos’un kadehine şarap döken kız figürü mü çıkar emin değilim.

 

Emin olduğum şey; hamile değilken ve kendi parasını kazanan, yalnız yaşayan, bağımsız bir kadın olarak senelerce ikamet ettiğim İstanbul’da, hem ruhumu hem bedenimi yıpratan bu toplumun, şimdi sırf hamileyim diye beni pamuklara sarıp, hiç göstermediği saygıyı başımdan aşağı boca edişindeki ikiyüzlülüğüdür. Fazladan bir takdir beklemeyen, sadece rahatsız edilmeden dilediği gibi yaşayabilmekten başka derdi olmayan bizleri bir türlü kabul etmeyen toplumun, evlendikten ve çocuk sahibi olduktan sonra nasıl da rahatladığı ve bir oh çektiğidir. Kadın olarak saygı görebilmem için o dolmuşa topuklu ayakkabılarla değil, büyük karnımla ve ördek yürüyüşümle binmem gerektiği acı gerçeğini görmüş olmamdır.

 

Bu yüzden keşke bir deneseydim diyorum; kuaförde beni muhabbet çemberine alan kadınlara birdenbire “yok, evli değilim ben, erkek arkadaşımdan bu bebek“ deseydim örneğin. Muhabbetlerine aynı sevecenlikle devam ederler miydi? Ya da dolmuşta herkesin duyacağı şekilde, “babasını hiç görmüyorum, hamile kaldım ve doğurmaya karar verdim“ diye konuşsaydım. Beni en yakın müsait bir yerde indirirler miydi? Komşulara “babasıyla boşanıcaz, ama çocuk doğunca bende kalacak“ açıklamasını yapsaydım, bana el birliğiyle uygun bir kısmet bulmaya çalışırlar mıydı?

 

spie2-1

 

Hamile oluşumun, bedenimin bu yuvarlak şeklinin, temsil etmesi gereken tüm kodlarını üzerimde taşımıyor olsaydım, İstanbul beni arkamdan yine su dökerek uğurlar mıydı?

 

İki haftanın sonunda uğurlandık ve döndük nitekim. Kaç çocuk yapılacağına, nasıl doğurulacağına, kürtaj hakkına, hamilelerin kamusal alanda görünürlük derecesine karışan kıt akıllı erkek egemen düşüncenin rüzgarlar estirdiği topraklardan, kontrol delisi, düzen aşığı, steril, bırak normal teması göz temasının bile ender sağlandığı topraklardaki evimize döndük. Her fırsatta hamilelikle ilgili nasihatlar veren, kişisel hikayelerini paylaşan tanıdık tanımadık kadınları etrafımda görmeyi, o bilgi ve bilgelik akışını özlemiyor değilim. Karnım büyüdükçe büyüyor ama buradaki insanlarda ilgi alakaya dair hala bir tık yok. Olmayacağını da biliyorum. Aynı İstanbul’dakilerin, en az üç çocuk’la ilgili asabi şakalar yaparken, aslında çocuk yapmanın -hatta kardeş de iyidir şimdi- iki çocuk yapmanın elzem olduğuna içten içe inandıklarını bildiğim gibi.

 

Zürih’e taşındığımda, geceleri tek başıma eve dönerken arkamı kollama, hızlı adımlarla yürüme alışkanlığımı bırakabilmem belli bir süreyi almıştı. Hamilelik ve annelikle ilgili yaptığım bu karşılaştırmaları bir kenara bırakabilmem de zaman alacak gibi görünüyor.

 

(Görsel kaynağı: link)

 

Ana görsel: Alice Neel, Hamile Maria. 1964.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Sergey Sergeyeviç Bodrov
Bir Çizgi Roman: Bırak Üzülsünler
Afganistan’dan Yükselen Müstehzi Ses

Pin It on Pinterest